TARİHTEN SAYFALAR


ANZAC’LAR VE AVUSTRALYADA
YATAN İKİ ŞEHİDİMİZ

Çanakkale savaşıyla ilgili törenler bilindiği üzere her yıl kutlanıyor. Ve bu törenlere Avustralya ve Yeni Zelanda’dan binlerce Anzac torunu yanısıra üst düzey katılımlarda oluyor.

100 yıl önce Çanakkale’ye savaşına katılan Anzac gönüllüleri ne için geldi biliyor musunuz?
Batılı haclıların,  “ Müslüman Türkler Avrupayı işgal edip müslümanlaştıracak, hıristiyanlığı yok edecekler! ” yalanı nedeniyle.

Tabii sonradan bunun gerçek olmadığını anlayan Avustralyalı ve Yeni Zelandılı askerler ve halkları Türklere karşı özel bir sevgi ve saygı duyarak güzel bir dostluk kurdular.Bu dostluğu Çanakkale savaşı sonrası yurduna dönen Avustralyalı Teğmen Oliver Hogue, ‘Anzac’ adlı şiirinde şöyle dile getiriyor;

“ Türkler bize, biz onlara eşit
             olarak saygı duyduk;
Abdül iyi ve temiz savaşçı –
biliyoruz, ona karşı savaştık.”

1967 yılında Türkiye ile Avustralya arasında yapılan göçmen anlaşmasına Yunanlılar/Rumlar ve Ermeniler karşı çıkarken o yıllarda hayatta olan Anzac askerleri onlara karşı çıktılar. Türklerin Avustralyalılar için gerçek bir dost olduklarını ve bunu savaşta gösterdiklerini belirterek Türklerin Avustralya’ya göç etmelerine yardımcı oldular.

Bugün Türkiye’den, Kıbrıs’tan, Balkanlardan, Ortadoğu ve Asya ülkelerinden Avustralya’ya göç eden Türk kökenlilerin sayısı bu ülkede doğanlarla beraber 500.000’ne yaklaşmış durumda. Ve içlerinde çok sayıda Türk kökenli işadamı, küçük esnaf, doktor, hukukçu ve siyasetçi var ve hepsinin vatandaş olmaları nedeniyle Avustralya’da söz sahibiler. Ekonomiye büyük katkıları var.Sadece Döner kebab işinin katkısı yılda üç milyar doları buluyor.

Siyasete katılan Türklerin sayısıda az değil. Çok sayıda belediye mecli üyesi ve başkanı var. İkisi İzmir’li biri Denizli’li olmak üzere Milletvekili ve bakan olanlarda var.
.......

VE AVUSTRALYA’DA YATAN
İKİ ŞEHİDİMİZ    

1.Dünya Savaşı sırasında Avustralya ile Türkler arasında ilk savaş Çanakkale’de değil, 1 Ocak 1915’te Avustralya’nın Broken Hill kasabasında başladı ve 25 Nisan’da da Gelibolu yarımadasına sıçradı. Avustralya ve Yeni Zelanda bu savaşa ANZAC adıyla anılan birlikle (ANZAC - Australian and New Zealand Army Corps)  katıldı.                                              
                           
Avustralya’nın bir maden kasabası olan Broken Hill’e yıllar önce yerleşen Türk kökenli Afganlardan seyyar dondurmacı Gül Muhammed ile kasap Molla Abdullah, Avustralyalıların Osmanlı Devleti karşı savaşa katılma ve gönüllü asker gönderme kararına karşı çok üzülürler.Çünkü, binlerce kilometre uzaktaki Türklerle, Avustralyalıların savaşmalarına bir neden yoktur.

Yaşadıkları kasabadaki duvarlarda “ Gönüllü asker aranıyor ” ilânlarını görünce iyice öfkelenen Gül Muhammed ve Molla Abdullah Osmanlı Hlifesinin tüm dünya Müslümanlarına yaptığı cihad çağrısını duyunca Avustralya’ya savaş ilân ederler..

Eğitimleri sonrası Çanakkale’ye savaşa gidecel gönüllü askerler 1 Ocak 1915’te kasaba yakınlarındaki bir yere aileleriyle pikniğe giderler. Bunu duyan Gül Muhammed ve Molla Abdullah silahlarını kuşanarak kasaba dışında uygun gördükleri bir yerde dondurma arabasını kendilerine siper yapıp mevzilenerek trenin gelmesini beklerler. Çanakkale’ye savaşa gidecek gönüllü askerler ile yakınları katıldıkları yılbaşı pikniğinden maden vagonlarından oluşan trenle kasbaya dönerlerken Gül Muhammed ve Molla Abdullah ellerindeki Osmanlı bayrağını açarak  askerleri korkutarak gitmekten vaz geçirtmek için  “Allah! Allah!..” nidalarıyla ateş açarlar.

Ne olduğunu anlamadan bir anda kurşun yağmuruna tutulan kasaba halkı ve gönüllüler şaşkın bir vaziyette feryada başlarlar. Bu ani saldırı karşısında bazıları vagonlarıın içine yatarken, bazıları da trenden atlayarak kaçmaya başlarlar. Bu arada bir kişi vagondan atlayıp kaçmak isterken, bir başkası da korkutma bahanesiyle atılan kurşunlarla yaralanır.

Makinist treni hızla olay yerinden uzaklaştırarak kasabaya ulaşır ve durumu kasaba yetkililerine bildirir.  Olay kasabada hemen yayılır. Polis, Avcılar Kulübü üyeleri ve silahlı halktan oluşan 500 kişilik silahlı topululuk Gül Muhammed ile Molla Abdullah’ın peşine düşer.                            

İki kafadar dondurma arabasını bırakıp, kasaba dışında saklanacak bir yer bulmak için olay yerinden hızla uzaklaşırlar. Kasaba dışında yaşlı bir Avustralyalı’ya ait eski bir kulübe görürler. Saklanmak için yaklaştıklarında, olaylardan habersiz kulübenin yaşlı sahibi ikisini de silahlı görünce gözü pek tutmaz ve içeri almadığı gibi kapıyı da yüzlerine kapatır. Buna sinirlenen iki savaşçı yaşlının ayağına bir el ateş ederek sığınacak yer aramağa başlarlar.
                                      
İki savaşçı kasabanın batı bölümünde şimdi " Türk kayalığı " diye anılan eski adı “ Beyaz kayalar” olan yerde büyükçe bir kayayı kendilerine siper yaparak saklanırlar. Bölge düz araziden oluştuğu için kolayca görülüp öldürülebileceklerinide düşünürler. Bu sırada cephaneleri azalmış,yiyecek, içecekleri de bitmek üzeredir.Tanrıya dua etmekten başka bir çareleri kalmamıştır.

Çok geçmeden silahlı halk ve polisler iki savaşçının yerini bularak saldırıya geçtiklerinde ilk olarak polis şefi yaralanır. Bu sırada çapraz ateşe geçen polis ve halktan atılan kurşunlardan bahçesinde odun kesmekte olan yaşlı bir Avustralyalı isabet alarak ölür. Sonuçta Gül Muhammed olay yerinde, Molla Abdullah ise ağır yaralı olarak hastaneye götürülürken vefat eder.                              
                                                         
Olay sonrası galeyana gelen halk öfkelenir ve Broken Hill’de yabancılara ve 1. Dünya Harbinde Türk dostu olarak bilinen Almanların kulübüne saldırırlar ve kulübü ateşe verirler. Daha sonra kasaba dışında olaylardan habersiz deve ile nakliyat yapan Afganlıların kamplarına da saldırı düzenlerler.                         

Olayın yaşandığı Broken Hill’de o tarihte yayınlanan mahalli gazeteler, belgeler incelendiğinde 1 Ocak 1915 tarihindeki ilk Türk-Avustralya savaşında; dördü Avustralyalı olmak üzere Gül Muhammed ve Molla Abdullah ile beraber altı kişi hayatını kaybederken, yedi kişi yaralanır. Bu Avustralya ile Türkiye arasındaki ilk savaş sayılır.
........

Bu iki cesur Şehit için Canberra Büyük Elçimiz ve Araştırmacı-Yazar N.Bilâl Şimşir, 1997’de bir şehitlik yapılmasını düşünür. Çünkü Gelibolu’da ölen Avustralyalı askerler için yapılmış bir anıt vardır. “ Bizim şehitlerimiz içinde burada da bir anıt olsun” diye düşünür.  B. Elçi Şimşir Türkkayalığı denilen yerde, yapılacak " Türk Şehitlik Anıtı" na Atatürk’ün ANZAC askerlerinin annelerine hitap eden  şu mesajının yer aldığı bir plaketide koymayı düşünür.

“ Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar!
Göz yaşlarınızı dindiriniz.Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat uyuyacaklardır. Onlar bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.”

Atatürk’ün bu mesajından etkilenen bir grup Avustralyalı Anzac anasıda şu mesajı yayınlar;

“ Anzac anasından Atatürk’e,
Yitirdiğimiz evlarımızın acısını sözleriniz hafifletti. Göz yaşlarımız dindi. Majesteleri kabul buyururlarsa bizler de kendilerine ATA demek istiyoruz.
Çünkü, yavrularımızın mezarları başında söylediğiniz sözler, ancak bir öz babanın sözleri gibi yüce ve ilâhi.”
........

Büyükelçi Şimşir, bu iki şehitle ilgili anıt düşüncesini Avustralya Dışişleri bakanlığına iletirken bu arada Türk toplumundan da destek ister. Büyükelçimizin başvurusunu, bakanlık Broken Hill kasabası belediyesine ileterek görüş bildirmelerini ister.

Bu yazışmalar devam ederken ne yazık ki, kimliğinden, ülkesinden, tarihinden kopmuş, şehitlerine saygısız bir kısım sözde Türk, bu anıt yapma fikrine karşı çıkar. Bazıları öyle fanatikleşir ki, Avustralya ile Türkiye arasındaki savaşı önlemeğe çalışan bu iki insana "eşkiya" diyecek kadar küçülür ve adileşirler!.

Sonuçta Broken Hill kasabası Belediye Meclisi konuyu tartışır ve “Şehitler Anıtı” yerine Gelibolu’dan başlayan Türk-Avustralya dostluğu göz önüne alınarak, şehitlik değil de “ Türk-Avustralya Dostluk Anıtı” olarak yapılmasının daha uygun olacağını bildirir.

Büyükelçi N.Bilal Şimşir’in bu sırada görev süresi dolduğundan anıt işini gerçekleştiremeden yurda döner ve emekli olur.

e-posta; hulusisenel@yahoo.com


                                                 ............................. * ........................


        
              ATATÜRK DÜNYADA BİRİNCİ LİDER

                         BUNU BİLİYOR MUYDUNUZ ?
18.08.2017 de ABD'deki araştırmaya göre ATATÜRK en büyük siyasi lider. Kentucky Üniversitesi'nden psikiyatri uzmanı Prof. Dr. Arnold Ludwig tarafından kaleme alınan kitapta, Atatürk, gelmiş geçmiş tüm devlet adamları arasında yapılan "siyasi büyüklük sıralamasında" birinci oldu.

Ludwig'in, 'Çağın Kralı Siyasi Liderliğin Doğası' adlı kitabında, son yüzyıla damgasını vurmuş 377 büyük devlet adamını inceledi. Ludwig'in, devlet adamlarının liderlik vasıflarını bilimsel bir objektiflikle ölçme amacıyla kaleme aldığı kitap için 18 yıl çalıştı ve XX. yüzyılda 119 ülke ve bin 941 lideri incelendi.


Prof. Ludwig, siyasi liderleri değerlendirirken, bir ülkeyi kurtarmak ya da yeniden bir araya getirmek, savaş kazanmak, toprak kazanmak, ekonomiyi düzeltmek, yeni bir ideoloji ortaya atmak, iktidarda kalma süresi ve moral açıdan örnek oluşturmak gibi özellikleri göz önünde tutarak yapıldı .
             GURURLA SÖYLÜYORUZ ATATÜRKÇÜYÜZ !
             DÜNYA LİDERİ KİMMİŞ HERKES GÖRSÜN !


                                ......................... * ......................
                        

ÇİN'DE ATATÜRK SEVGİSİ
                                                 Prof. Dr. Hu Zhenhua
2004 yılında Ankara’da düzenlenen Atatürk Kongresine katılan Çin’li bilim adamı Prof. Hu Zhenhua’nun yaptığı konuşma;
“ - Mustafa Kemal Atatürk sadece Türk halkı tarafından sevilen ve saygı beslenen Türk büyüğü değil, aynı zamanda Çin halkının da saygı gösterdiği büyük devlet adamıdır. Ben 72 yaşındayım. Çocukluğumdan beri Çin halkına önderlik yapan Dr. Sun Yat Sen’i bildiğim gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nin büyük öncüsü olan Mustafa Kemal’i de biliyordum.

Çin’de Mustafa Kemal Atatürk’ü bilmeyen lise öğrencisi hemen hemen hiç yoktur. Çünkü bizim ülkemizde yıllardan beri lisede mecburi ders kitabı olarak okutulan
‘Yakınçağ ve Çağdaş Dünya Tarihi’ kitabı, Mustafa Kemal ve onun önderliğindeki Türk devrimini de içermektedir. Kitabın ilk sayfasında dört büyük adamın portresi bulunmaktadır bunlar; Mustafa Kemal ATATÜRK, GANDİ, CENGİZ HAN ve LENİN.

Sizlere hediye getirdiğim bu kitabın 12. sayfasında ise Türkiye ve Mustafa Kemal devrimi anlatılırken, Mustafa Kemal’in yeni Türk alfabesini öğretmesini konu alan bir resim vardır. Resmin yanında açıklama yer almaktadır.

Dokuz (9) milyon 600 bin kilometrekare toprağı olan Çin Halk Cumhuriyeti, birbucuk milyar  nüfusa sahip ve birçok etnik grubu barındırmaktadır. Ülkemizde 33 bin 200 lise ve bu liselerde 29 milyon 138 bin öğrenci bulunmaktadır. Başka bir deyişle, Çin’de her yıl bu sayıda genç insan Mustafa Kemal’i ve Türk devrimini öğreniyor ve algılıyor. Çin halkının büyük öndere ne kadar saygı gösterdiğini ve Türk devrimini ne kadar doğru değerlendirdiğini anladığınızı umuyorum.”

İnsan Prof. Dr. Hu Zhenhua konuşmasında daha sonra, Bizde ise bazılarının elinden gelse, onu sadece ders kitaplarından değil, beynimizden bile çıkaracaklar diyesi geliyor.


                                     ........................... * ...........................


Kurtuluş Savaşı kahramanlarından
ŞEHİT ŞERİFE BACI

“ Dünyada hiçbir milletin kadını: ‘Ben Anadolu kadınından fazla çalıştım. Milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar emek verdim diyemez!” Atatürk
                                       ................................................
16 Mart 1920 de İstanbul işgale uğramış, askeri kışlalar, karakollar basılmış ve bir çok askerimiz, polisimiz, insanımız ani baskınlarla şehit  edilmişlerdi. Bu sırada İstanbul’da bulunan Mustafa Kemal işgalci  devlet temsilcilerini protesto ederek şöyle demişti;
“-İstanbulun işgal olayında doğacak büyük mesuliyete son defa olarak dünyanın dikkat nazarını çekeriz.Davamızın haklılığı ve mukaddesliği, bu güç günlerde Tanrıdan sonra en büyük yardımcımızdır.

İşgalcilerin her türlü baskı, sindirme ve korkutma, halkımızı sindirememiş, susturamamış ve mücadele azminide kıramamıştı. Sonunda bu mücadele bilindiği üzere Mustafa Kemal’in Anadoluya geçişi ile Kurtuluş Savaşını başlattı. Ankara'da açılan yeni Meclis ve kurulan hükümet, Anadolu'ya saldıran düşmanlara son darbeyi vurabilmek için kış boyunca hazırlık yapmıştı. Bu kurtuluş savaşı idi ve sonu ya ölümle, ya da istiklal/zaferle bitecekti.
Bu sırada Mehmet Âkif’te halkı uyararak şöyle diyordu;
" Bir milletin hayat hakkı ve varlığını sürdürme konusunda üstünüze bir görev düşerse, yerine getirmekte aslâ tereddüt etmeyiniz. Vatana sahiplenmek için gerekirse herbirimiz, toprağın koynuna girmeye aday olabilmeliyiz ki, bu vatan bizimdir diyebilelim."

İstanbul’dan kaçırılarak deniz yoluyla gizlice İnebolu'ya getirilen cephane ve top mermilerinin cepheye taşınması için bütün kadın erkek herkese görev verildi. İnebolu'dan 80 kağnı cephane yüklenerek Kastamonu'ya doğru yola çıktı. Kağnıları yürütenlerin çoğu kadınlardı. Bunların arasında kahramanımız Şerife Bacı’da vardı. O da iki öküzlü kağnısına cephane yükleyip Kastamonu’daki askeri kışlaya yetiştirme görevini üstlenmişti.
Mehmet Akif vatanın kurtuluşu için üzerimize düşen görevi yerine getirmemizi isterken Mustafa Kemal Atatürk’te savaşta bir çok kahramanlıklar gösterecek/göstermiş olan Anadolu kadınları için,
“ Dünyada hiçbir milletin kadını: ‘Ben Anadolu kadınından fazla çalıştım. Milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar emek verdim diyemez!” diyerek övgüler yağdırıyordu.

İstanbul’dan kaçırılarak deniz yoluyla gizlice İnebolu'ya getirilen cephanelerin ve topların  cephelere ulaştırılma çabaları öyle kolay olmuyordu. Anadolu bir çok bölgede işgal altında. Bu sırada Mustafa Kemal Ankara’da yeni bir hükümet kurar ve bu hükümetin ordusuna savaş için mühimmat/cephane lazımdır. İstanbul’dan deniz yoluyla İnebolu’ya gizli yollardan getirilen cephaneler buradan kağnılar vasıtasıyla Ankara’ya ulaştırılarak buradan cephelere dağıtılması gerekmektedir. Ancak, mevsin kıştır ve yol  zorlu, karlı ve hava soğuktur. Sonuçta erkekleri cepheye gitmiş olan kadınlar bu görevi yani cephaneleri gönüllü olarak taşımayı üstlenirler. Görevleri kağnılarla İnebolu’dan aldıkları cephaneyi Kastamonu’daki kışlaya teslim etmektir.

Kurtuluş mücadelesinin Şerife Bacı’da Kastamonu Seydiler’dendir. Kocasını Birinci Cihan Harbi’nde kaybetmiştir. Köyünden iki öküzünü koştuğu kanısıyla ve sırtındaki Elif adlı bebeğiyle yola düşer diğer köylülerle İnebolu’ya gider kağnısına yüklediği mühimmatla kafile eşliğinde yolculuğa başlar. Yolculuk  iyi başlar ama Küre Dağları’na varıldığında hava değişir karlı tepeleri aşmak zorlaşır. Şerife Bacı’nın öküzlerinden birisi  zorluğa dayanamayarak karlar üzerine düşer. Bu defa Şerife Bacı öküzün yerine kendini koşar. Bu sırada diğer cephane taşıyanlar epey yol aldıklarından Şerife Bacı yolda yalnız kalır. Artan kar ve soğuktan Elif’te acıyla ağlamağa başlar.

Şerife Bacı mermilerin üzerinde battaniyenin altında yatan Elif bebeğe bakar.Kendini kızının üzerine örterek kolları arasında ısıtmağa ve emzirmeğe çalışır. Bu arada ıslanmasın diye cephaneleri battaniye ile örter ama Kastamonu kışlasına  yakın bir yerde soğuğa daha fazla dayanamayıp donarak vefat eder-Şehit olur.
Sabah kışla nöbetine gelen askerler ileride bir kağnının olduğu yerde durduğunu görürler ve durumu komutanlarına bildirirler. Giden askerler donmuş bir şekilde Şerife Bacı’yı görürler. Kaldırdıkları battaniyenin altında da Elif bebeği ve cephaneleri görürler. Şerife Bacı, Elif bebek ve kağnı kışlaya götürülür. Bugün Kastamonu’da ve Anadolu’da bir kurtuluş abides olan Şehit Şerife Bacı Anadoludaki her kadın gibi vatan sevgisiyle can vermiş, Şehitlik mertebesine ulaşmıştır. Ruhu şâd olsun…

O sıralarda İstnabulda bulunan İngiliz kadın yazar Ann BRIDGE, bölgedeki silah ve cephane ulaşımını yapan kadınlarımız hakkında şunları kaydeder bir yazısında;
" .... Sonsuz bir insan seli birbirinden bir buçuk metre  aralıklarla ve tek sıra halinde akıyordu. İnsanlar taşıdıkları tüfek demetleri, cephane kutuları ve top mermilerinin ağırlığı altında öne doğru eğilmişlerdi. Daha şaşırtıcı olanı, bu insanların dörtte üçünden fazlasının kadın olmasıydı. Renkli şalvarlar giyen kadınların bazıları sırtlarında sarılı yükle beraber, kucaklarında emzikli bebeklerini taşıyorlar, bazılarının arkasında ise Kaygan çamurda kısa adımlarla yürüyen iki ve üç çocuk bulunuyordu. Böylece, bir gece önce İstanbul'dan kaçak olarak gemi ile gelen askeri malzeme Küre dağlarını aşıyordu…"

Kastamonu Seydiler'liler bu kahraman Türk kadınını unutmayıp Belediye binası önündeki Atatürk anıtı yanına Rölyefini koydular.1984 yılında da ülkemizde “yılın annesi” seçilir.

                    ……………………….. * ...............................



18 MAYIS 1944
KIRIM TATAR TÜRKLERİNE
YAPILAN KANLI KATLİAM !..
Dünyada Kırım Türkleri kadar sürgün edilmiş başka bir millet yoktur.”
                         ................................

18 Mayıs 1944’te yani 69 yıl once komünist Sovyetler Birliği lideri Kasap namıyla anılan Stalin, Kırım Türklerini vatanlarından sürerek ölüme göndermiş ve böylece büyük bir katliam yapmıştı. Bu katliamı araştıran Dr. Necip Hablemitoğlu araştırmasının sonucunu şöyle anlatmıştı bir yazısında;

“ - 18 Mayıs 1944 Kırım Türklerine uygulanan top yekûn sürgün ve soykırım günüdür. Kırım Yarımadası tarihi bakımından, soydaşlarımızın çektiği acılar açısından ve stratejik konumu nedeniyle çok önemlidir. Çünkü Karadeniz’in güvenliği Kırımdan geçiyordu. Akdeniz de Kıbrıs neyse Karadeniz de, Kırım oydu. Türkiye için Kırım, Ukrayna'ya, Rusya Federasyonuna ve bütün Türk Cumhuriyetleri'ne de açılan bir kapı demekti.
Sovyet hâkimiyeti altındaki Kırım Türklerini top yekûn imha etmek, milli kültürlerini ortadan kaldırmak kısaca Kırım'ın Ruslaştırılması politikası sonucu Kırım Türklerinin 1918-1941 devresinde uğradığı katliamların her biri başlı başına ayrı araştırma konusudur.Sadece imha edilmek istenen fiziki yapı değildi elbet edebiyat, folklor, milli benlik, milli kültürdü.
Katliamın ilk perdesi Milli Hükümet Başkanı Çelebi Cihan'ın vahşice katledilmesi ile başlar, kısa zamanda milliyetçi olarak gördükleri aydınların imhası tamamlanmış olur. 1920 yılında 60-70 bin Türk kurşuna dizilmiş bir kısmı Sibirya'ya sürülmüştür. Katliamın ikinci perdesinde ise 1921 yılında yaratılan suni kıtlık olmuştur. Türkiye'nin buğday yardımları yerine ulaştırılmamış, İtalyan Kızılhaç'ın yardımları ise reddedilmiştir. Açlık sonucu ölenlerin yüzde 60 Türk'tür.
Üçüncü perdesinde ise 1927 yılı sonunda Veli İbrahim'in kurşuna dizilmesi ile onun 724 kişilik kadrosu da sürgüne gönderilmiş, hemen arkasından 3500 kadar Türk aydını da kurşuna dizilmiş, bir kısmı tekrar sürülmüştür. Dördüncü perdesi ise büyük ve orta çiftlik ağaları olarak 40-50 bin Kırımlı Türk köylüsünün Sibirya'ya ve Ural'ların işçi kamplarına sürülmesi ve bir çoğununda ulaşmadan yolda ölmesidir.
Beşinci perdesi ise 1929'da Alakat ihtilalı ile başlar ve bu ihtilala katılan binlerce Kırım Türkü kurşuna dizilir ve yine sürgün edilirler. Altıncı perdesi ise Sovyet hükümetinin 1930-1933 yılları arasında Ukrayna ve Kırım'a ait buğdayları elinden zorla alarak Avrupa'ya ihraç etmesi sonucu kıtlıktan ölenlerin sayısı yedi milyonu bulmuştur.
Yedinci perdesi ise 1931-1936 yılları arasında din adamlarının tasfiyesidir, Sibirya'ya çalışmaya kısacası ölüm kamplarına gönderilmiş bin kadar da camide kapatılmış ve din üzerine baskı uygulanmıştır.
……

Dünyada Kırım Türkleri kadar sürgün edilmiş başka bir millet yoktur.
Kırım Türklerinin tarihlerini unutturmanın,  milli kültürlerini yıkmanın mümkün olmadığını, aksine yapılan tüm baskı ve katliamlar ile halkın daha çok bütünleştiğini gören Moskova top yekûn sürgün etme planını devreye sokmuştur. İkinci Dünya Savaşının sürdüğü dönemlerde ise Kırım Türklerinin acıları katlanarak çoğaldı.Savaş sonunda Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği (SSCB) Devlet Başkanı Stalin Rus olmayan milletlerin sürgün kararını müzakere edilerek karara bağlanmıştır.
Stalin, Kırım Türkleri'nin savaş sırasında Almanlarla işbirliği yaptığını iddia ederek top yekûn sürgüne gönderilmesini emreder. Hâlbuki durum öyle değildi Rusların baskısından vahşetinden kurtulmak içindi bir nevi mecbur bırakılmışlardı.
….

18 Mayıs 1944 gecesi gelen emir"in ardından
100 binin üzerinde soydaşımız katledilmiştir.

Stalin'in emri Kırım Türkleri'ne iletilir. 15 dakikada içerisinde, evlerinden hiçbir eşyayı almaksızın, bulundukları şehrin meydanında toplanmaları istenir. Evini terk etmek istemeyenler zorla götürülür. Direnenler, dipçik darbeleriyle hemen oracıkta öldürülür. Sağ kalan Kırım Türkleri hayvan taşınmasında kullanılan tren vagonlarına, istif eder gibi yerleştirildiler. İki ay süren bu zor yolculukta çok sayıda insan ölmüştür. Ölüm sebebi susuzluk, hastalık, açlık, havasızlık ve pislikti. İlk göç ettirilenler eşler, çocuklar ve yaşlı insanlardı; erkekler savaşa devam ettikleri için onlar daha sonra göce tabi tutulmuşlardır.
Dayanamayıp yolda can verenlerin gömülmesine bile izin yoktu, cesetlerini dışarı çıkartamazlar yaşayanların arasında çürürdü, ancak kısa molalarda demiryolu hattı üzerine bırakırlardı. İnsanlar havasızlıktan boğuluyor, birçokları da akıllarını kaybediyordu.

Kırım Türkleri Ural, Sibirya, Kazakistan, Özbekistan, Orta Asya'nın binlerce kilometre içlerine naklediliyorlardı.Sürgün işlemleri tamamlanınca hayatta kalmayı başarabilenler ulaştıkları yerlerdeki kötü şartlar altındaki hayata dayanamadılar. Açlık, sıtma, verem ve diğer hastalıklar sebebiyle ilk altı ay içerisinde de yarısı ölür, kalanların ise bulundukları yerleşim alanının dışına çıkmaları yasaktır. İzinsiz çıkanların cezası yirmi beş yıl mahkûmiyetti. Eğitim görmeleri engelleniyor, kültürlerini korumalarına izin verilmiyordu. Kırım şivesiyle konuşanlar, şarkı-türkü söyleyenler cezalandırılıyordu. Adeta açık hava hapishanesi şartlarında yaşamaya mahkûm edilmişlerdi.

Bütün Türkleri ayrı ayrı yerlere sürerek aralarındaki iletişimi koparıp direnişi kırıp parçalamaya amaçlamışlardı ama 1956 yılına kadar bu zor koşullar altında yaşamlarını sürdürerek, ülkenin ahalisi içinde erimeyerek milli benliklerini korumayı bilmişlerdir.
Büyük sürgünün ardından Kırım'ın Arabat bölgesinde bir köyde, 150 civarında Türk'ün unutulduğu anlaşılmış ve Stalin  "Bunların işini 24 saat içerisinde bitirin !" talimatı vermiştir. Emir yerine getirildi: Bebek, ihtiyar ve genç... Köy halkı, küçücük bir tekneye dolduruldu. Tekne, kıyıdan bir kaç mil açılınca batırıldı. Karadeniz'in hırçın dalgaları soydaşlarımıza mezar olmuştu.

Kırımlıların dışında aynı akıbete uğrayan diğer milletler şöyledir, Kalmuk, Çeçen-İnguş, Volga-Germen, Kabartay-Balkar ve Karaçaylılar da sürgüne tabi tutulmuşlardır.
Sovyet Hükümetleri tarafından Kırım Türkleri ve diğer halkların halen bulundukları yerler, ısrarla gizli tutulmaktadır ve dünya kamuoyundan da büyük bir maharetle de yıllarca gizlenmiştir.
5 Eylül 1967 tarihli kararname ile Kırım Türklerinin itibarının iade edilmesine karar verildi. Bundan cesaret alan Kırım Türkleri, kitleler halinde vatana döndüler ama bunun aldatmaca olduğunu ve yerleşme izinlerinin olmadığını, görünce tekrar geri dönmek zorunda kaldılar.

Kırım Türklerinin millî mücadelesi, kitle hareketine dönüşmüştü. Miting ve protesto toplantıları düzenlendi. Toplantılara katılanlar ağır şekilde cezalandırıldı. Kırım Türkleri'nin efsaneleşen lideri Abdülcemil Mustafa Kırımoğlu hapse mahkûm edildi. Moskova gösterilerinden sonra, SSCB yönetimi, Kırım Türklerinin haksız yere suçladıklarını yıllar sonra anladı.

Ama Sovyet hükümetinin Kırım Türklerini vatanlarından uzak tutmak için gösterdikleri gayretlerin hepsi boşa çıkmıştı,  Onlara sunulan "yeni vatan" seçeneği kabul görmemiş anavatanlarına dönme kararlılığından asla taviz vermemişlerdi.

1990 yılının Temmuz ayında VATANA DÖNÜŞ'E izin çıktı. Kırım Türklerinden bir grup, 2-3 ay süren çileli yolculuktan sonra ata yurduna dönmüşlerdir, 15 dakikada terk ettikleri evlerine Ruslar yerleştirilmişti, hükümet de ev ve toprak vermediği için birçoğu vatana döndükten sonra aylarca naylondan yapılmış çadırlarda yaşadılar. İmkânı olanlar kendi evlerini kendileri inşa ettiler.

Sürgünden dönenlerin sayısı 260.000 civarındadır. Daha bir o kadarı dönüş izni bekliyor ve imkân arıyorlar. Kırım Türkleri; büyük önderleri Gaspıralı İsmail Bey'in söylemi ile: " Dilde, fikirde ve işte birlik " sağlayabilirlerse, arzuladıkları çözüme ulaşabilirlerdi.

Tarihte olduğu gibi ve halende esas katliamlara hep Türkler maruz kalmıştır, fakat tarih bilmez aklı evveller birilerine yaranmak için bunları görememekte. Kırım da, Balkanlar da, Kafkaslar da, Azerbaycan da, Irak da, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde yaşanan katliamlar, Bugün Kerkük’de, Musul’da Türkmen kardeşlerimize yapılan soykırımın hangi çeşidine giriyor acaba diye sormak gerekir. Bu soykırımları bu vahşetleri her an hatırlamamız ve hatırlatmamız gerekir. Neden mi sadece tarihi ve insani bir borç olarak değil, uluslar arası arenada başvurabileceğimiz karşı koz olarak önemlidir.

Sen kendi gücünü kendine karşı değil de dünyanın önde gelen gerçek soykırımcılarına karşı kullanabilmeyi başardığın takdirde ülkeyi ileriye taşıyabilirsin.Dik durmayı bilmezsen, bağımsızlığını koruyamazsan, kendini kullandırırsın emperyalizm ister doğudan,  ister batıdan gelsin, nereden gelirse gelsin hep aynıdır. Peki, bunun için ne yapmak gerek; Titreyip kendine gelmen gerek.”
.........

SÜRGÜNDEKİ KARADENİZLİ
TÜRKLERDE GELMEK İSTİYOR
Kırım Tatar Türkleri, Ahıska Türkleri gibi, Karadenizli Türklerde komünist Sovyetler Birliği tarafından Ortaasya’ya sürülmüşlerdi. Gürcistan’ın Batum bölgesinde yaşarlarken Orta Asya’ya sürülen Karadenizli Türkler şimdi  Türkiye’ye dönmek istiyorlar.

Kırgızistan’ın güneyindeki Oş eyaletine bağlı Nokat ilçesinin Kok-Jar köyünde 1944 yılından beri sürgündeki Türklerin sayıları 1527. Sürgüne dört yaşındayken giden Şaize Kamiloğlu:
“Anne ve babamın kökeni Trabzon Sürmene köyü idi. Türkiye’ye gitmek istiyoruz. Vatanımıza kavuşmak istiyoruz. Biz de Türkiye’nin adamıyız. Yabani değiliz. Türkiye devleti bize destek olsun.” diyor.
Sürgündeki Ahıska TürklerideTürkiye’ye gelip Doğu ve Güneydoğu bölgesine yerleşip hayvancılık ve tarımla uğraşmak  istiyorlar.


                               …………………….. *   …………………………


TÜRK-MACAR AKRABALIĞI

                                       Yazan: Prof.Dr. Tibor HALACI-KUN
                                                                Çeviren: Erdal ÇOBAN

Ondokuzuncu yüzyıl dil bilimcilerinin tespit ettiklerine göre, Macarca hiçbir şüpheye yer vermeyecek şekilde bir Fin-Ugor dilidir. Buna rağmen yurt tutan Macarların1 karakteristik özellikleri, toplumsal yapıları, kültürleri ve gelenekleri her bakımdan bir Türk kavminin özelliklerini göstermektedir. Bu gerçeği, dil bilimcilerin yaklaşık iki yüzyıl boyunca yaptıkları gibi, Macarları Türklerle birlikteliğin doğurduğu sıkı bağların, göçebe ve yarı göçebe Türk dünyasına bağladığı şeklindeki bir açıklamayla çözümlemek mümkün değildir. Bir Fin-Ugor dili konuşan, bunun yanı sıra Türk geleneklerini muhafaza edip geliştiren Onuncu yüzyıl Macarlarının çok sayıda kavimden oluştuğunu söylemekle Andrâs Rona-Tas’ın kısa bir süre önce açık bir biçimde ortaya koyduğu bu belirgin ikiliğin bugünkü çözümü üzerinde işte bu yüzden durmak istiyorum.

……..

Türk-Macar İkiliği…
Macarların Fin-Ugor kökenli olduğu düşüncesi ortaya çıkmazdan önce, Macar tarih bilinci, halkının Türk kökenli olduğu varsayımına gururla sahip çıkmıştı. Dil ve onu konuşanlar arasında var olan açık ikiliği bertaraf etmek suretiyle, Fin-Ugoristler Macar-Türk ilişkilerinin incelenmesini Macar dilindeki alıntı kelimelerin araştırılması gibi dar bir çerçeveye indirgemeyi başarmışlardır. İki grubun dil ilişkilerinin kronolojik sıralamasını tesbit etmekle büyük bir erdeme sahip olmuşlardır, ancak Macar-Türk akrabalık sorununa dair sadece kısmî bilgiler vermişlerdir, tabiî gerçekten verebilmişlerse. Göçebe dil biliminin oldukça az öneme sahip bir konu olarak görülmesi de durumu değiştirmemiştir. Bunu bilim, sadece ihmal etmekle kalmamış, bazı dilciler tamamen lüzumsuz diye de nitelemişlerdir.
Ancak son yıllarda, bu Fin-Ugor sayma gayretkeşliği, Macarların mazisine ilişkin olarak daha dengeli bir görüşe izin vererek yavaş yavaş azalmıştır. Dil bilim verilerini, ilgili başka bilim dallarının (tarih bilimi, arkeoloji, antropoloji, coğrafya vb.) bilgileriyle tamamlama girişimleri olmuştur ve olmaktadır. Bütün bunlar özellikle, devlet ve imparatorluğun kuruluşunda dilin sadece ikinci derecede rol oynadığı göçebe toplumlarda, dil bilim verilerinin kendi başlarına ancak sınırlı açıklamalar getirebileceği şeklindeki kademeli görüşün bir uzantısıdır. Diğer yandan da, geniş kaynak malzemesinden elde edilen bilgilerin eklektik, dengesiz kullanımının aynı şekilde bizi tam olmayan, hatta yersiz olan sonuçlara da götürebileceğini unutmamak gerekir.


Macarlar, Karpat havzasına vardıklarında, esasen gevşek, göçebe bir kavim birliği oluşturmuşlardı ve haklı olarak, iki dilli diye düşünebileceğimiz bir Macar-Türk boy ittifakını meydana getirmişlerdi.
İkilik sorununun sistematik açıklığa kavuşması için ilk olarak Macarların kendilerini nasıl gördüklerini, geçmişlerinin bazı evrelerine ve genelde tarihlerine, özellikle de Fin-Ugor dili ve Türk hususiyeti ikiliğine nasıl baktıklarını incelemek gerekir. Bununla ilgili birkaç önemli nokta şunlardır:
Efsane ve destanlarına göre erken devir Macarları kendilerini Türk kökenli saymışlardır.
Göçleri sırasında çağdaşları onları Türk saymışlar, onları Türk diye zikretmişlerdir.
Hatta, Karpat havzasına yerleştikten sonra bile, Papa Silvester  tarafından kendisine gönderilen tacın yazıtı, genç kral I. Istvân’ı Türklerin kralı (Rex Turcicae) olarak zikretmiştir.
Son olarak, Ondokuzuncu yüzyılda dil bilim kriterlerine dayanarak Macarları Fin-Ugor kavimleri arasında sıralamalarına rağmen, halkta -sık sık belki bilinç altında- Türk kökenli olmanın derin köklü düşüncesi hâlâ yaşamaktadır.

Gerçekten de, uygulamadaki mukayesenin de gösterdiği gibi, bugün de tipik Macar diye nitelenen pek çok hususiyete açıkça Türk denilebilir. Bu ikiliği, Türk kültürüne olan adaptasyonun yarattığını ispat için çok çaba harcanmasına rağmen, kökten gelen Macar özelliklerinin Türk hususiyetlerini açıkça gerekçeleriyle ortaya koymak için bu açıklama pek yeterli değildir. Eğer önceki devirlerdeki fikirlere göre Macar yönetici sınıfının kendisi hakkında oluşan tasvirinin tamamen Attila’ya ve Hunlara dayandığını (Rona-Tas), hatta tarihî dokümanların da, bir özelliği ve dış görünüşü bakımından, gelenekleri ve politik ilişkileri açısından bir Türk kavmine atıfta bulunduğunu da bunlara eklersek, Macar kavminin ikiliği konusunda başka araştırmalara ihtiyaç olduğu ortaya çıkar.

……..

Hunlar, Hazarlar, Peçenekler…
Bir milletin kimliğini en iyi biçimde efsanelerinin yansıttığı şeklindeki varsayım doğrudur. Hunların Macar destanlarında nasıl büyük bir rol oynadıkları dikkate değerdir. Efsanelerin geyiğini kovalayarak -ki bu göçebe folklorunda ortak bir hususiyettir.- Maeotis bölgesine varan ve Alan kralı Dul’un çayırda dans eden kızlarıyla karşılaşan Hunor ve Magor kardeşler  (Macarlar Karpat havzasına geldikleri sırada kendilerini magyar diye adlandırıyorlardı), buna öncelikle göstereceğimiz türden bir örnektir. Avcılar kızları kaçırırlar ve evlenirler. Bu âdet göçebe dünyasında hergün görülebilecek bir olaydır ve -daha sonra göreceğimiz gibi- büyük çapta kültürel asimilasyon süreçlerine sık sık temel taşı teşkil eder. Her ne kadar Türklerle birlikte yaşamak, Macarların ikili özelliğinin oluşumunda yeniden başlıca faktör olarak görülüyorsa da, efsanelerde birlikte yaşama değil kardeşlik, bundan ayrı bir faktördür. Bundan başka Macarlarda önemli bir yeri olan Attila kültü (mesela Attila’nın kılıcı) ve Sekellerin, Attila’nın en küçük ve gözde oğlu prens Csaba’nın geri dönüşüne bağladıkları meşin inancı, kardeşliğin kesin inancını güçlendirmektedir. Attila’dan bahseden sayısız Macar tarihinde en belli başlıcaları bunlar sayılmaktadır. Attila adı çok yaygındır ve pek fazla Macarca ad olarak sayılmasa bile, bugün de tipik Macar isimlerinden biridir. Macarları Hunlarla akraba sayan önceki devirlere ait bilinçle ilgili olarak, Hunlarla aynı Türk çıkar çevresine dahil olan birkaç Macar kabilenin veya onun kalıntısının göçebe âleminde sık sık meydana geldiği gibi, batıya doğru hareket eden kardeşleriyle beraber Karpat havzasına sürüklendikleri düşünülemez mi?

Macar tarihi literatürünün yeni bir eğilimi Macarların Karpat havzasına ilk varışını Avarlara bağlamaktadır. Hunlardan bahseden efsanelerin zenginliğine karşın, Avarlar Macar efsanelerinde yer almazlar. Bunun yerine, araştırmalar, ünlü Nagyszentmiklos hâzinesini ve tartışması çok yapılan Szarvas iğnedenliğini eksik halkaları tamamlayacak unsur olarak görmektedir. Bununla beraber şu da söz konusudur: 568 yılında Avrupa’da ortaya çıkan Avarlar (Czegledy’e göre Uarhun veya Juan-juanlar) Karpat havzasında Gepidleri yenerek verimli, su ve maden bakımından, özellikle altın açısından zengin toprağı yüzünden, doğudan batıya göç eden nomad kavim birliklerinin çok defa arzuladıkları ve Karpat dağ silsilesiyle doğu tarafından iyi korunmuş olan, batı ve güney yönüne doğru göçebe yağmacı akınları için uygun açık bir saha sunan arazide ikinci Türk imparatorluğunu kurmuşlardır. Beş yıllık bir mücadeleden sonra (791-796) Büyük Kari Avarları yenilgiye uğrattığında, o devirde bilinen dünya altın rezervinin üçte ikisinin onların elinde olması bunun en çarpıcı örneğidir. Bu altını Franklar tekrar ekonomi piyasasına sürdüklerinde Avar altını önemli bir değer kaybetmiştir.
Macarların Volga ve Hazar Denizi arasındaki sahada sıkı ve uzun (üç yüzyıldan daha fazla) ilişkide bulundukları yeni Türk grubu Hazarlardır. Macarların Hazarlardan sadece oyma yazısını değil, ikili krallık sistemi gibi, başka müesseseleri de aldıkları anlaşılıyor. Macarları en derinden etkileyen Türk kavminin Hazarlar olduğunu haklı olarak iddia edebiliriz. Hazar İmparatorluğu’ndan ayrıldıkları sırada bile, Kabarlar, yani “başkaldıranlar” diye adlandırılan 3 Hazar boyunun Macarlarla birlikte batıya doğru gitmesi bunu çok iyi göstermektedir. Bunlar zamanla tamamen asimile olmuşlarsa da, boy adları Abâd, Borsod ve Miskolc yer adlarında bugün hâlâ görülmektedir. Genel olarak kabul edilmekte olan görüşe göre Hazarların (veya hiç olmazsa yönetici tabakasının) Musevî dinine mensup olmalarına rağmen, çok sayıda “yahudi” veya onu karşılayan birleşik yer adlarının bulunduğu Türk tahrir defterlerini saymazsak, kaynaklarda Macarların Yahudi olduklarına dair hiç bir atıfın bulunmaması ilginçtir.
Macarların 3 Bulgar-Türk konfederasyonuyla olan ilişkilerine dair az şey biliyoruz. Bunların toprakları Macarların göçü esnasında Volga boyunda, Karadeniz civarında ve Tuna’nın aşağı akış mecrasında uzanmaktaydı. Bütün bunların yanı sıra Alan kralı Dula’nın kızlarının Macar efsanelerine girdiği gibi, Kral Belar’ın kızları da Macar destanlarına girmiştir.

Macarların batıya doğru göçlerinde Peçenekler hayatî bir rol oynamışlardır. Macarlar, Peçeneklerle süregelen çekişmeleri yüzünden Etelköz’ü terketmeye ve batıya, Karpat havzasına doğru yol almak zorunda kalmışlardır. Binli yıllara gelmeden önce aralarında Peçeneklerin de bulunduğu ve bu sahaya yerleşmek isteyen bütün etnik grupların başına gelen yok olma tehlikesinden Macarları bu kurtarmıştır.
Macarlara katılan bir sonraki Türk grubu, Tatar Hanı Batu’nun hızla ilerleyen orduları önünden kaçarak kurtuluşu Macarlarda arayan ve onları kabul eden toplumda (özellikle yönetici tabakada ve onların siyasetinde) gerçek göçebe tarzında kalıcı bir iz bırakmış olan ve daha Onüçüncü yüzyılda Karpat havzasına yerleşen Kumanlardır. Nitekim bu etki, Macarlarda bin yıldan beri süregelen Türk kökenli olduklarına dair inancı canlı tutmaya ve güçlendirmeye yardım etmiştir.

Macar tarihinde büyük bir rol oynayan yeni Türk kavmi Osmanlı Türkleriydi. Osmanlılarla olan münasebet, Balkan iktidarını ele geçirmek üzere yapılan şiddetli savaşlarla Balkanlarda başlamış, sonra Macaristan’daki 150 yıllık Osmanlı hakimiyetiyle zirveye ulaşmıştır. Buna rağmen kardeşlik duygusu Türkler ve Macarlar arasında bugün de yaşamaktadır. İlginçtir ki dostane “Macar kardeş” hitabının sadece yakındaki Türk diyarlarında değil, ziyarete giden Macarların ifade ettiklerine göre, ta uzaklarda Orta Asya’da oturan Türk kardeşler tarafından da söylenmesi, Macarlarda candan kabul edildiklerine dair güzel bir duygu uyandırmaktadır. Bununla birlikte Macar bilginleri arasında, Türk mirası ve Macarların bu mirasa olan ilişkisine karşı ilgi giderek artmaktadır.

Dil Değişimi…
Efsaneler ve duyguların ve bunların bilimsel ışığı altında şu sorular ortaya çıkmaktadır: Göç eden Türk kavimleri Fin-Ugor asıllı etnik grupları mağlup etmişler ve nihayet onların dilini mi almışlar, (zira bu özel bir olgu değildir ve göçebe toplumlarda kolay açıklanabilir bir durumdur) yoksa aslen Fin-Ugor olan bir kavim Türklerin de yerleşmesiyle genişlemiş midir? Birinci şıkta, Macarcada bulunan Türkçe unsurları dil bakiyesi olarak saymamız, ikinci şıkta ise, dilin ödünç verildiğini veya alındığını varsaymamız gerekir. Bugün artık gündemde olan iki teori arasından, yukarıda tespit edilen ve dil ve onu konuşan insanların ikiliği konusundaki zıtlığa hangisinin uygun cevap verebileceği sorusudur.
Bence, geniş bir yaklaşım, Ortaçağ Avrasyasına ait tarihî verilerin karşılaştırmalı incelenmesi bizi cevaba daha da yaklaştırabilir. Diğer bir deyişle, İslam kaynaklarının mukayesesi, yurt tutuştan önceki Macarlara ve onların göçebe ve yarı göçebe âleminde yaşayan çağdaşlarına dair kaynaklarla mukayesesi, bu ikilik sorunuyla ilgili olarak bizi başka, ilginç bir sonuca götürebilir. Cevap muhtemelen dil değişiminde yoğunlaşan kültür alımında yatmaktadır ve bu husus, göçebe toplumlarda ve bilhassa yurt tutuş ve devlet teşkili evresinde o sırada güçlü kabile gruplarının bulunduğu İç Asya’da ender olmayan bir özelliktir. Kavim ne denli güçlüyse, o kadar çok fetihlere girişir ve bu yüzden de dil ve kültür alımına o kadar eğilimlidir. Moğolların Onüçüncü yüzyılda yaptıkları dil değişimi, İslâm kaynaklarında pek çok defa kaydedilen bu sürece en iyi örnektir.

Reşîdü’d-dîn’in Tarih Mübarek el-Gâzânî adlı çalışmasına dayanarak A.P.Martinez’in “Notlarının “İlhanlıların Ordusu Hakkında” isimli makalesinin bununla ilgili paragrafı, bu süreçle ilgili olarak aşağıdaki açıklamayı getirmektedir. Göçebe ekonomisinin temelini harp oluşturduğundan, fetihi, Moğol ordularına mal-mülk ve çok sayıda köleden oluşan zenginliği aynı anda sağlayan çapul, bunda oldukça önemli rol oynuyordu. Seferler ise, bilhassa savaşçılar arasında büyük kan kaybına da neden oluyordu. Bu şartlar altında insanın yeniden çoğalması başka herhangi bir göçebe savaşçı toplumun ayakta kalması açısından ne kadar önemliyse, aynı derecede Moğollar açısından da önemliydi. Etnik olarak saf Moğol kadınlar için uygun başlık parası vermek imkânı olmayan bilhassa alt sınıftaki savaşçıların Moğol olmayan cariyeleri niçin memnuniyetle aldıklarını ve bu tür beraber yaşamadan doğan nesilleri tamamen her bakımdan aynı haklara sahip olarak savaşçı toplumlarına entegre edişlerini bu açıklamaktadır. Savaşçı bir kültürde, işgalci ordular durumunda da aynı bu toplumsal tutumun görülmesi tamamen doğaldır. Şu halde, nispeten barışla geçen dönemlerde müstakbel savaşçılar ve müstakbel annelerin çocuk yapması ilk sırada öneme haizdi. Bilhassa erlerin durumunda, ev idaresinde bulunan köle kadınlar arasında cariye ve eşler sürekli güvence altında bulunduğundan ve kanunî eş ile cariyenin çocuğu arasında ayrım yapılmadığından, işgalci ordu zamanında savaş kayıpları azaldığından nüfus artış oranı doğal olarak büyük ölçüde artmıştır. Ancak fetihçi nesil Moğol, veya en azından Altaylı oryantasyonu temsil ederken, işgalci nesli Yakın Doğulu eşler ve cariyeler doğurup yetiştiriyorlardı, bu yüzden Yakın Doğulu, yani Türk norm ve değerleri gittikçe daha büyüyor yani bir oryantasyona doğru gidiliyordu. Her ebeveyn çocuğuna başka bir kültürel miras bıraktığından, ilk nesil kültürel bakımdan periferik olsun, ya da olmasın oran ikinci nesilde değişti ve doğulu unsurlar çok daha fazla arttı. Böylece iki-üç nesil geçmeden fetihçi Moğollar, dillerinin tümünü ve kültürel oryantasyonlarını yendikleri kavimlerinkiyle birlikte değiştirebildiler, değiştirdiler de ve Ondördüncü yüzyıla gelindiğinde İç Asya göçebe dünyasının tamamen Türkleşmiş (fakat Moğol asıllı kalmak kaydıyla) bir unsuru haline geldiler.

Aynı bu durum Macarlar için de geçerlidir. Benim kanaatime göre öyleyse:
Dil ve ulusal geçmiş bilinci ikiliği Macarlarda dil değişiminin bir sonucudur.
Bu tür bir değişimin olabilmesi için Macarlar en uygun zamanda ve yerdeydiler.
Step göçebe ekonomisinin temeli akınlar ve arazi fetihleri üzerine kurulmuştur.
Step göçebesi olarak Macarlar, savaşçı bir toplumda ve ataerkil geleneklerle, fakat anaerkil dil etkisiyle çok kadınlı evliliğin hâkim olduğu bir toplum içinde yaşamışlardır.

Erkekler sık sık uzaklarda olduklarından, kadınlar mevcut geleneklerin taşıyıcısı durumuna gelmişler ve bu sırada kendi dillerini de onları bağrına basan topluma öğretmişlerdir.
Zıt bir etki ortaya çıkmadığı takdirde, kültür alım süreci, dil değişimi de dahil olmak üzere, 2-3 nesil içinde tamamlanabilir. Bu sonuncusu, yani dil değişimi Macarların Türk özelliği ve Fin-Ugor dili arasındaki mevcut zıtlığı en iyi biçimde açıklamaktadır.
…………………………………………

Prof.Dr. T. Haalacı-Kun
19 Ocak 1914 Avusturya-Macaristan doğumlu Macar Türkolog’u. 1943-1948 yıllan arasında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Hungaroloji Enstitüsü başkanı olmuştur. 1952’de A.B.D. Columbia Üniversitesi Yakın Doğu Dil ve Kültürleri Bölümü başkanlığına getirilmiştir. Halen A.B.D.’de yaşamakta, ayrıca Archivum Ottomanicum dergisini yayınlamaktadır. Türk Dil Kurumu şeref üyesidir.


                                …………………….. *  …………………………






                         




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

YAZILARIM