TARİHTEN SAYFALAR
ANZAC’LAR VE AVUSTRALYADA
YATAN İKİ ŞEHİDİMİZ
Çanakkale savaşıyla ilgili törenler bilindiği üzere her
yıl kutlanıyor. Ve bu törenlere Avustralya ve Yeni Zelanda’dan binlerce Anzac
torunu yanısıra üst düzey katılımlarda oluyor.
100 yıl önce Çanakkale’ye savaşına katılan Anzac
gönüllüleri ne için geldi biliyor musunuz?
Batılı haclıların,
“ Müslüman Türkler Avrupayı işgal
edip müslümanlaştıracak, hıristiyanlığı yok edecekler! ” yalanı nedeniyle.
Tabii sonradan bunun gerçek olmadığını anlayan
Avustralyalı ve Yeni Zelandılı askerler ve halkları Türklere karşı özel bir
sevgi ve saygı duyarak güzel bir dostluk kurdular.Bu dostluğu Çanakkale savaşı
sonrası yurduna dönen Avustralyalı Teğmen Oliver Hogue, ‘Anzac’ adlı şiirinde
şöyle dile getiriyor;
“ Türkler bize, biz onlara eşit
olarak saygı duyduk;
Abdül iyi ve temiz savaşçı –
Abdül iyi ve temiz savaşçı –
biliyoruz, ona karşı savaştık.”
1967 yılında Türkiye ile Avustralya arasında yapılan
göçmen anlaşmasına Yunanlılar/Rumlar ve Ermeniler karşı çıkarken o yıllarda
hayatta olan Anzac askerleri onlara karşı çıktılar. Türklerin Avustralyalılar
için gerçek bir dost olduklarını ve bunu savaşta gösterdiklerini belirterek
Türklerin Avustralya’ya göç etmelerine yardımcı oldular.
Bugün Türkiye’den, Kıbrıs’tan, Balkanlardan, Ortadoğu ve
Asya ülkelerinden Avustralya’ya göç eden Türk kökenlilerin sayısı bu ülkede
doğanlarla beraber 500.000’ne yaklaşmış durumda. Ve içlerinde çok sayıda Türk
kökenli işadamı, küçük esnaf, doktor, hukukçu ve siyasetçi var ve hepsinin
vatandaş olmaları nedeniyle Avustralya’da söz sahibiler. Ekonomiye büyük
katkıları var.Sadece Döner kebab işinin katkısı yılda üç milyar doları buluyor.
Siyasete katılan Türklerin sayısıda az değil. Çok sayıda
belediye mecli üyesi ve başkanı var. İkisi İzmir’li biri Denizli’li olmak üzere
Milletvekili ve bakan olanlarda var.
.......
VE AVUSTRALYA’DA YATAN
İKİ ŞEHİDİMİZ
1.Dünya Savaşı sırasında Avustralya ile Türkler arasında
ilk savaş Çanakkale’de değil, 1 Ocak 1915’te Avustralya’nın Broken Hill
kasabasında başladı ve 25 Nisan’da da Gelibolu yarımadasına sıçradı. Avustralya
ve Yeni Zelanda bu savaşa ANZAC adıyla anılan birlikle (ANZAC - Australian and New Zealand Army Corps) katıldı.
Avustralya’nın bir maden kasabası olan Broken Hill’e yıllar önce yerleşen Türk kökenli Afganlardan seyyar dondurmacı Gül Muhammed ile kasap Molla Abdullah, Avustralyalıların Osmanlı Devleti karşı savaşa katılma ve gönüllü asker gönderme kararına karşı çok üzülürler.Çünkü, binlerce kilometre uzaktaki Türklerle, Avustralyalıların savaşmalarına bir neden yoktur.
Yaşadıkları kasabadaki duvarlarda “ Gönüllü asker
aranıyor ” ilânlarını görünce iyice öfkelenen Gül Muhammed ve Molla Abdullah
Osmanlı Hlifesinin tüm dünya Müslümanlarına yaptığı cihad çağrısını duyunca
Avustralya’ya savaş ilân ederler..
Eğitimleri sonrası Çanakkale’ye savaşa gidecel gönüllü
askerler 1 Ocak 1915’te kasaba yakınlarındaki bir yere aileleriyle pikniğe
giderler. Bunu duyan Gül Muhammed ve Molla Abdullah silahlarını kuşanarak
kasaba dışında uygun gördükleri bir yerde dondurma arabasını kendilerine siper
yapıp mevzilenerek trenin gelmesini beklerler. Çanakkale’ye savaşa gidecek
gönüllü askerler ile yakınları katıldıkları yılbaşı pikniğinden maden
vagonlarından oluşan trenle kasbaya dönerlerken Gül Muhammed ve Molla Abdullah
ellerindeki Osmanlı bayrağını açarak
askerleri korkutarak gitmekten vaz geçirtmek için “Allah! Allah!..” nidalarıyla ateş açarlar.
Ne olduğunu anlamadan bir anda kurşun yağmuruna tutulan
kasaba halkı ve gönüllüler şaşkın bir vaziyette feryada başlarlar. Bu ani
saldırı karşısında bazıları vagonlarıın içine yatarken, bazıları da trenden
atlayarak kaçmaya başlarlar. Bu arada bir kişi vagondan atlayıp kaçmak
isterken, bir başkası da korkutma bahanesiyle atılan kurşunlarla yaralanır.
Makinist treni hızla olay yerinden uzaklaştırarak
kasabaya ulaşır ve durumu kasaba yetkililerine bildirir. Olay kasabada hemen yayılır. Polis, Avcılar
Kulübü üyeleri ve silahlı halktan oluşan 500 kişilik silahlı topululuk Gül
Muhammed ile Molla Abdullah’ın peşine düşer.
İki kafadar dondurma arabasını bırakıp, kasaba dışında
saklanacak bir yer bulmak için olay yerinden hızla uzaklaşırlar. Kasaba dışında
yaşlı bir Avustralyalı’ya ait eski bir kulübe görürler. Saklanmak için
yaklaştıklarında, olaylardan habersiz kulübenin yaşlı sahibi ikisini de silahlı
görünce gözü pek tutmaz ve içeri almadığı gibi kapıyı da yüzlerine kapatır.
Buna sinirlenen iki savaşçı yaşlının ayağına bir el ateş ederek sığınacak yer
aramağa başlarlar.
İki savaşçı kasabanın batı bölümünde şimdi " Türk kayalığı " diye anılan eski adı “ Beyaz kayalar” olan yerde büyükçe bir kayayı kendilerine siper yaparak saklanırlar. Bölge düz araziden oluştuğu için kolayca görülüp öldürülebileceklerinide düşünürler. Bu sırada cephaneleri azalmış,yiyecek, içecekleri de bitmek üzeredir.Tanrıya dua etmekten başka bir çareleri kalmamıştır.
Çok geçmeden silahlı halk ve polisler iki savaşçının yerini bularak saldırıya geçtiklerinde ilk olarak polis şefi yaralanır. Bu sırada çapraz ateşe geçen polis ve halktan atılan kurşunlardan bahçesinde odun kesmekte olan yaşlı bir Avustralyalı isabet alarak ölür. Sonuçta Gül Muhammed olay yerinde, Molla Abdullah ise ağır yaralı olarak hastaneye götürülürken vefat eder.
Olay sonrası galeyana gelen halk öfkelenir ve Broken Hill’de yabancılara ve 1. Dünya Harbinde Türk dostu olarak bilinen Almanların kulübüne saldırırlar ve kulübü ateşe verirler. Daha sonra kasaba dışında olaylardan habersiz deve ile nakliyat yapan Afganlıların kamplarına da saldırı düzenlerler.
Olayın yaşandığı Broken Hill’de o tarihte yayınlanan mahalli gazeteler, belgeler incelendiğinde 1 Ocak 1915 tarihindeki ilk Türk-Avustralya savaşında; dördü Avustralyalı olmak üzere Gül Muhammed ve Molla Abdullah ile beraber altı kişi hayatını kaybederken, yedi kişi yaralanır. Bu Avustralya ile Türkiye arasındaki ilk savaş sayılır.
........
Bu iki cesur Şehit için Canberra Büyük Elçimiz ve
Araştırmacı-Yazar N.Bilâl Şimşir, 1997’de bir şehitlik yapılmasını düşünür.
Çünkü Gelibolu’da ölen Avustralyalı askerler için yapılmış bir anıt vardır. “
Bizim şehitlerimiz içinde burada da bir anıt olsun” diye düşünür. B. Elçi Şimşir Türkkayalığı denilen yerde,
yapılacak " Türk Şehitlik Anıtı" na Atatürk’ün ANZAC askerlerinin
annelerine hitap eden şu mesajının yer
aldığı bir plaketide koymayı düşünür.
“ Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen
analar!
Göz yaşlarınızı dindiriniz.Evlatlarınız bizim
bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat uyuyacaklardır. Onlar
bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.”
Atatürk’ün bu mesajından etkilenen bir grup Avustralyalı
Anzac anasıda şu mesajı yayınlar;
“ Anzac anasından Atatürk’e,
Yitirdiğimiz evlarımızın acısını sözleriniz
hafifletti. Göz yaşlarımız dindi. Majesteleri kabul buyururlarsa bizler de
kendilerine ATA demek istiyoruz.
Çünkü, yavrularımızın mezarları başında
söylediğiniz sözler, ancak bir öz babanın sözleri gibi yüce ve ilâhi.”
........
Büyükelçi Şimşir, bu iki şehitle ilgili anıt düşüncesini
Avustralya Dışişleri bakanlığına iletirken bu arada Türk toplumundan da destek
ister. Büyükelçimizin başvurusunu, bakanlık Broken Hill kasabası belediyesine
ileterek görüş bildirmelerini ister.
Bu yazışmalar devam ederken ne yazık ki, kimliğinden, ülkesinden, tarihinden kopmuş, şehitlerine saygısız bir kısım sözde Türk, bu anıt yapma fikrine karşı çıkar. Bazıları öyle fanatikleşir ki, Avustralya ile Türkiye arasındaki savaşı önlemeğe çalışan bu iki insana "eşkiya" diyecek kadar küçülür ve adileşirler!.
Bu yazışmalar devam ederken ne yazık ki, kimliğinden, ülkesinden, tarihinden kopmuş, şehitlerine saygısız bir kısım sözde Türk, bu anıt yapma fikrine karşı çıkar. Bazıları öyle fanatikleşir ki, Avustralya ile Türkiye arasındaki savaşı önlemeğe çalışan bu iki insana "eşkiya" diyecek kadar küçülür ve adileşirler!.
Sonuçta Broken Hill kasabası Belediye Meclisi konuyu
tartışır ve “Şehitler Anıtı” yerine Gelibolu’dan başlayan Türk-Avustralya
dostluğu göz önüne alınarak, şehitlik değil de “ Türk-Avustralya Dostluk Anıtı” olarak yapılmasının daha uygun
olacağını bildirir.
Büyükelçi N.Bilal Şimşir’in bu sırada görev süresi
dolduğundan anıt işini gerçekleştiremeden yurda döner ve emekli olur.
e-posta;
hulusisenel@yahoo.com
............................. * ........................
Ludwig'in, 'Çağın Kralı Siyasi Liderliğin Doğası' adlı kitabında, son yüzyıla damgasını vurmuş 377 büyük devlet adamını inceledi. Ludwig'in, devlet adamlarının liderlik vasıflarını bilimsel bir objektiflikle ölçme amacıyla kaleme aldığı kitap için 18 yıl çalıştı ve XX. yüzyılda 119 ülke ve bin 941 lideri incelendi.
............................. * ........................
ATATÜRK DÜNYADA BİRİNCİ LİDER
BUNU BİLİYOR MUYDUNUZ
?
18.08.2017 de ABD'deki araştırmaya göre ATATÜRK en büyük siyasi lider. Kentucky Üniversitesi'nden psikiyatri uzmanı Prof. Dr. Arnold Ludwig tarafından kaleme alınan kitapta, Atatürk, gelmiş geçmiş tüm devlet adamları arasında yapılan "siyasi büyüklük sıralamasında" birinci oldu.
18.08.2017 de ABD'deki araştırmaya göre ATATÜRK en büyük siyasi lider. Kentucky Üniversitesi'nden psikiyatri uzmanı Prof. Dr. Arnold Ludwig tarafından kaleme alınan kitapta, Atatürk, gelmiş geçmiş tüm devlet adamları arasında yapılan "siyasi büyüklük sıralamasında" birinci oldu.
Ludwig'in, 'Çağın Kralı Siyasi Liderliğin Doğası' adlı kitabında, son yüzyıla damgasını vurmuş 377 büyük devlet adamını inceledi. Ludwig'in, devlet adamlarının liderlik vasıflarını bilimsel bir objektiflikle ölçme amacıyla kaleme aldığı kitap için 18 yıl çalıştı ve XX. yüzyılda 119 ülke ve bin 941 lideri incelendi.
Prof.
Ludwig, siyasi liderleri değerlendirirken, bir ülkeyi kurtarmak ya da yeniden
bir araya getirmek, savaş kazanmak, toprak kazanmak, ekonomiyi düzeltmek, yeni
bir ideoloji ortaya atmak, iktidarda kalma süresi ve moral açıdan örnek
oluşturmak gibi özellikleri göz önünde tutarak yapıldı .
GURURLA SÖYLÜYORUZ ATATÜRKÇÜYÜZ !
DÜNYA LİDERİ KİMMİŞ HERKES GÖRSÜN !
DÜNYA LİDERİ KİMMİŞ HERKES GÖRSÜN !
......................... * ......................
ÇİN'DE ATATÜRK SEVGİSİ
ÇİN'DE ATATÜRK SEVGİSİ
Prof.
Dr. Hu Zhenhua
2004 yılında Ankara’da düzenlenen Atatürk Kongresine katılan Çin’li bilim
adamı Prof. Hu Zhenhua’nun yaptığı konuşma;
“ - Mustafa
Kemal Atatürk sadece Türk halkı tarafından sevilen ve saygı beslenen Türk
büyüğü değil, aynı zamanda Çin halkının da saygı gösterdiği büyük devlet
adamıdır. Ben 72 yaşındayım. Çocukluğumdan beri Çin halkına önderlik yapan Dr.
Sun Yat Sen’i bildiğim gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nin büyük öncüsü olan Mustafa
Kemal’i de biliyordum.
Çin’de Mustafa Kemal Atatürk’ü bilmeyen lise öğrencisi hemen hemen hiç yoktur. Çünkü bizim ülkemizde yıllardan beri lisede mecburi ders kitabı olarak okutulan ‘Yakınçağ ve Çağdaş Dünya Tarihi’ kitabı, Mustafa Kemal ve onun önderliğindeki Türk devrimini de içermektedir. Kitabın ilk sayfasında dört büyük adamın portresi bulunmaktadır bunlar; Mustafa Kemal ATATÜRK, GANDİ, CENGİZ HAN ve LENİN.
Çin’de Mustafa Kemal Atatürk’ü bilmeyen lise öğrencisi hemen hemen hiç yoktur. Çünkü bizim ülkemizde yıllardan beri lisede mecburi ders kitabı olarak okutulan ‘Yakınçağ ve Çağdaş Dünya Tarihi’ kitabı, Mustafa Kemal ve onun önderliğindeki Türk devrimini de içermektedir. Kitabın ilk sayfasında dört büyük adamın portresi bulunmaktadır bunlar; Mustafa Kemal ATATÜRK, GANDİ, CENGİZ HAN ve LENİN.
Sizlere hediye getirdiğim bu kitabın 12. sayfasında ise Türkiye ve
Mustafa Kemal devrimi anlatılırken, Mustafa Kemal’in yeni Türk alfabesini
öğretmesini konu alan bir resim vardır. Resmin yanında açıklama yer almaktadır.
Dokuz (9) milyon 600 bin kilometrekare toprağı olan Çin Halk Cumhuriyeti, birbucuk milyar nüfusa sahip ve birçok etnik grubu barındırmaktadır. Ülkemizde 33 bin 200 lise ve bu liselerde 29 milyon 138 bin öğrenci bulunmaktadır. Başka bir deyişle, Çin’de her yıl bu sayıda genç insan Mustafa Kemal’i ve Türk devrimini öğreniyor ve algılıyor. Çin halkının büyük öndere ne kadar saygı gösterdiğini ve Türk devrimini ne kadar doğru değerlendirdiğini anladığınızı umuyorum.”
İnsan Prof. Dr. Hu Zhenhua konuşmasında daha sonra, Bizde ise bazılarının elinden gelse, onu sadece ders kitaplarından değil, beynimizden bile çıkaracaklar diyesi geliyor.
........................... * ...........................
Dokuz (9) milyon 600 bin kilometrekare toprağı olan Çin Halk Cumhuriyeti, birbucuk milyar nüfusa sahip ve birçok etnik grubu barındırmaktadır. Ülkemizde 33 bin 200 lise ve bu liselerde 29 milyon 138 bin öğrenci bulunmaktadır. Başka bir deyişle, Çin’de her yıl bu sayıda genç insan Mustafa Kemal’i ve Türk devrimini öğreniyor ve algılıyor. Çin halkının büyük öndere ne kadar saygı gösterdiğini ve Türk devrimini ne kadar doğru değerlendirdiğini anladığınızı umuyorum.”
İnsan Prof. Dr. Hu Zhenhua konuşmasında daha sonra, Bizde ise bazılarının elinden gelse, onu sadece ders kitaplarından değil, beynimizden bile çıkaracaklar diyesi geliyor.
........................... * ...........................
Kurtuluş Savaşı kahramanlarından
ŞEHİT ŞERİFE BACI
“ Dünyada hiçbir milletin
kadını: ‘Ben Anadolu kadınından fazla çalıştım. Milletimi kurtuluşa ve zafere
götürmekte Anadolu kadını kadar emek verdim diyemez!” Atatürk
................................................
16 Mart 1920 de İstanbul işgale uğramış, askeri
kışlalar, karakollar basılmış ve bir çok askerimiz, polisimiz, insanımız ani
baskınlarla şehit edilmişlerdi. Bu
sırada İstanbul’da bulunan Mustafa Kemal işgalci devlet temsilcilerini protesto ederek şöyle
demişti;
“-İstanbulun
işgal olayında doğacak büyük mesuliyete son defa olarak dünyanın dikkat
nazarını çekeriz.Davamızın haklılığı ve mukaddesliği, bu güç günlerde Tanrıdan
sonra en büyük yardımcımızdır.”
İşgalcilerin her türlü baskı, sindirme ve korkutma,
halkımızı sindirememiş, susturamamış ve mücadele azminide kıramamıştı. Sonunda
bu mücadele bilindiği üzere Mustafa Kemal’in Anadoluya geçişi ile Kurtuluş
Savaşını başlattı. Ankara'da açılan yeni Meclis ve kurulan hükümet, Anadolu'ya
saldıran düşmanlara son darbeyi vurabilmek için kış boyunca hazırlık yapmıştı.
Bu kurtuluş savaşı idi ve sonu ya ölümle, ya da istiklal/zaferle bitecekti.
Bu sırada Mehmet Âkif’te halkı uyararak şöyle diyordu;
" Bir milletin hayat hakkı ve varlığını sürdürme konusunda üstünüze bir görev düşerse, yerine getirmekte aslâ tereddüt etmeyiniz. Vatana sahiplenmek için gerekirse herbirimiz, toprağın koynuna girmeye aday olabilmeliyiz ki, bu vatan bizimdir diyebilelim."
" Bir milletin hayat hakkı ve varlığını sürdürme konusunda üstünüze bir görev düşerse, yerine getirmekte aslâ tereddüt etmeyiniz. Vatana sahiplenmek için gerekirse herbirimiz, toprağın koynuna girmeye aday olabilmeliyiz ki, bu vatan bizimdir diyebilelim."
İstanbul’dan kaçırılarak deniz yoluyla gizlice
İnebolu'ya getirilen cephane ve top mermilerinin cepheye taşınması için bütün
kadın erkek herkese görev verildi. İnebolu'dan 80 kağnı cephane yüklenerek
Kastamonu'ya doğru yola çıktı. Kağnıları yürütenlerin çoğu kadınlardı. Bunların
arasında kahramanımız Şerife Bacı’da vardı. O da iki öküzlü kağnısına cephane
yükleyip Kastamonu’daki askeri kışlaya yetiştirme görevini üstlenmişti.
Mehmet Akif vatanın
kurtuluşu için üzerimize düşen görevi yerine getirmemizi isterken Mustafa Kemal
Atatürk’te savaşta bir çok kahramanlıklar gösterecek/göstermiş olan Anadolu
kadınları için,
“ Dünyada hiçbir milletin
kadını: ‘Ben Anadolu kadınından fazla çalıştım. Milletimi kurtuluşa ve zafere
götürmekte Anadolu kadını kadar emek verdim diyemez!” diyerek övgüler yağdırıyordu.
İstanbul’dan kaçırılarak deniz yoluyla gizlice
İnebolu'ya getirilen cephanelerin ve topların
cephelere ulaştırılma çabaları öyle kolay olmuyordu. Anadolu bir çok bölgede işgal altında. Bu sırada
Mustafa Kemal Ankara’da yeni bir hükümet kurar ve bu hükümetin ordusuna savaş
için mühimmat/cephane lazımdır. İstanbul’dan deniz yoluyla İnebolu’ya gizli
yollardan getirilen cephaneler buradan kağnılar vasıtasıyla Ankara’ya
ulaştırılarak buradan cephelere dağıtılması gerekmektedir. Ancak, mevsin kıştır
ve yol zorlu, karlı ve hava soğuktur.
Sonuçta erkekleri cepheye gitmiş olan kadınlar bu görevi yani cephaneleri
gönüllü olarak taşımayı üstlenirler. Görevleri kağnılarla İnebolu’dan aldıkları
cephaneyi Kastamonu’daki kışlaya teslim etmektir.
Kurtuluş mücadelesinin
Şerife Bacı’da Kastamonu Seydiler’dendir. Kocasını Birinci Cihan Harbi’nde
kaybetmiştir. Köyünden iki öküzünü koştuğu kanısıyla ve sırtındaki Elif adlı
bebeğiyle yola düşer diğer köylülerle İnebolu’ya gider kağnısına yüklediği
mühimmatla kafile eşliğinde yolculuğa başlar. Yolculuk iyi başlar ama Küre Dağları’na varıldığında
hava değişir karlı tepeleri aşmak zorlaşır. Şerife Bacı’nın öküzlerinden
birisi zorluğa dayanamayarak karlar
üzerine düşer. Bu defa Şerife Bacı öküzün yerine kendini koşar. Bu sırada diğer
cephane taşıyanlar epey yol aldıklarından Şerife Bacı yolda yalnız kalır. Artan
kar ve soğuktan Elif’te acıyla ağlamağa başlar.
Şerife Bacı mermilerin
üzerinde battaniyenin altında yatan Elif bebeğe bakar.Kendini kızının üzerine
örterek kolları arasında ısıtmağa ve emzirmeğe çalışır. Bu arada ıslanmasın
diye cephaneleri battaniye ile örter ama Kastamonu kışlasına yakın bir yerde soğuğa daha fazla dayanamayıp
donarak vefat eder-Şehit olur.
Sabah kışla nöbetine gelen
askerler ileride bir kağnının olduğu yerde durduğunu görürler ve durumu
komutanlarına bildirirler. Giden askerler donmuş bir şekilde Şerife Bacı’yı
görürler. Kaldırdıkları battaniyenin altında da Elif bebeği ve cephaneleri
görürler. Şerife Bacı, Elif bebek ve kağnı kışlaya götürülür. Bugün
Kastamonu’da ve Anadolu’da bir kurtuluş abides olan Şehit Şerife Bacı
Anadoludaki her kadın gibi vatan sevgisiyle can vermiş, Şehitlik mertebesine
ulaşmıştır. Ruhu şâd olsun…
O sıralarda İstnabulda
bulunan İngiliz kadın yazar Ann BRIDGE, bölgedeki silah ve
cephane ulaşımını yapan kadınlarımız hakkında şunları kaydeder bir yazısında;
" ....
Sonsuz bir insan seli birbirinden bir buçuk metre aralıklarla ve tek sıra halinde akıyordu.
İnsanlar taşıdıkları tüfek demetleri, cephane kutuları ve top mermilerinin
ağırlığı altında öne doğru eğilmişlerdi. Daha şaşırtıcı olanı, bu insanların
dörtte üçünden fazlasının kadın olmasıydı. Renkli şalvarlar giyen kadınların
bazıları sırtlarında sarılı yükle beraber, kucaklarında emzikli bebeklerini
taşıyorlar, bazılarının arkasında ise Kaygan çamurda kısa adımlarla yürüyen iki
ve üç çocuk bulunuyordu. Böylece, bir gece önce İstanbul'dan kaçak olarak gemi
ile gelen askeri malzeme Küre dağlarını aşıyordu…"
Kastamonu Seydiler'liler bu
kahraman Türk kadınını unutmayıp Belediye binası önündeki Atatürk anıtı yanına
Rölyefini koydular.1984 yılında da ülkemizde “yılın annesi” seçilir.
……………………….. * ...............................
18 MAYIS 1944
KIRIM TATAR TÜRKLERİNE
YAPILAN KANLI KATLİAM !..
“ Dünyada
Kırım Türkleri kadar sürgün edilmiş başka bir millet yoktur.”
................................
18 Mayıs 1944’te yani 69 yıl once komünist Sovyetler
Birliği lideri Kasap namıyla anılan Stalin, Kırım Türklerini vatanlarından
sürerek ölüme göndermiş ve böylece büyük bir katliam yapmıştı. Bu katliamı
araştıran Dr. Necip Hablemitoğlu
araştırmasının sonucunu şöyle anlatmıştı bir yazısında;
“ - 18 Mayıs 1944 Kırım Türklerine uygulanan top yekûn
sürgün ve soykırım günüdür. Kırım Yarımadası tarihi bakımından, soydaşlarımızın
çektiği acılar açısından ve stratejik konumu nedeniyle çok önemlidir. Çünkü
Karadeniz’in güvenliği Kırımdan geçiyordu. Akdeniz de Kıbrıs neyse Karadeniz
de, Kırım oydu. Türkiye için Kırım, Ukrayna'ya, Rusya Federasyonuna ve bütün
Türk Cumhuriyetleri'ne de açılan bir kapı demekti.
Sovyet hâkimiyeti altındaki Kırım
Türklerini top yekûn imha etmek, milli kültürlerini ortadan kaldırmak kısaca
Kırım'ın Ruslaştırılması politikası sonucu Kırım Türklerinin 1918-1941
devresinde uğradığı katliamların her biri başlı başına ayrı araştırma
konusudur.Sadece imha edilmek istenen fiziki yapı değildi elbet edebiyat,
folklor, milli benlik, milli kültürdü.
Katliamın ilk perdesi Milli
Hükümet Başkanı Çelebi Cihan'ın vahşice katledilmesi ile başlar, kısa zamanda milliyetçi
olarak gördükleri aydınların imhası tamamlanmış olur. 1920 yılında 60-70 bin
Türk kurşuna dizilmiş bir kısmı Sibirya'ya sürülmüştür. Katliamın ikinci
perdesinde ise 1921 yılında yaratılan suni kıtlık olmuştur. Türkiye'nin buğday
yardımları yerine ulaştırılmamış, İtalyan Kızılhaç'ın yardımları ise
reddedilmiştir. Açlık sonucu ölenlerin yüzde 60 Türk'tür.
Üçüncü perdesinde ise 1927 yılı
sonunda Veli İbrahim'in kurşuna dizilmesi ile onun 724 kişilik kadrosu da
sürgüne gönderilmiş, hemen arkasından 3500 kadar Türk aydını da kurşuna
dizilmiş, bir kısmı tekrar sürülmüştür. Dördüncü perdesi ise büyük ve orta
çiftlik ağaları olarak 40-50 bin Kırımlı Türk köylüsünün Sibirya'ya ve
Ural'ların işçi kamplarına sürülmesi ve bir çoğununda ulaşmadan yolda ölmesidir.
Beşinci perdesi ise 1929'da
Alakat ihtilalı ile başlar ve bu ihtilala katılan binlerce Kırım Türkü kurşuna
dizilir ve yine sürgün edilirler. Altıncı perdesi ise Sovyet hükümetinin
1930-1933 yılları arasında Ukrayna ve Kırım'a ait buğdayları elinden zorla
alarak Avrupa'ya ihraç etmesi sonucu kıtlıktan ölenlerin sayısı yedi milyonu
bulmuştur.
Yedinci perdesi ise 1931-1936
yılları arasında din adamlarının tasfiyesidir, Sibirya'ya çalışmaya kısacası
ölüm kamplarına gönderilmiş bin kadar da camide kapatılmış ve din üzerine baskı
uygulanmıştır.
……
Dünyada Kırım
Türkleri kadar sürgün edilmiş başka bir millet yoktur.
Kırım Türklerinin tarihlerini
unutturmanın, milli kültürlerini yıkmanın mümkün olmadığını, aksine
yapılan tüm baskı ve katliamlar ile halkın daha çok bütünleştiğini gören
Moskova top yekûn sürgün etme planını devreye sokmuştur. İkinci Dünya Savaşının
sürdüğü dönemlerde ise Kırım Türklerinin acıları katlanarak çoğaldı.Savaş
sonunda Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği (SSCB) Devlet Başkanı Stalin Rus
olmayan milletlerin sürgün kararını müzakere edilerek karara bağlanmıştır.
Stalin, Kırım Türkleri'nin savaş
sırasında Almanlarla işbirliği yaptığını iddia ederek top yekûn sürgüne
gönderilmesini emreder. Hâlbuki durum öyle değildi Rusların baskısından vahşetinden
kurtulmak içindi bir nevi mecbur bırakılmışlardı.
….
18 Mayıs 1944 gecesi gelen emir"in ardından
100 binin üzerinde soydaşımız katledilmiştir.
Stalin'in emri Kırım Türkleri'ne
iletilir. 15 dakikada içerisinde, evlerinden hiçbir eşyayı almaksızın,
bulundukları şehrin meydanında toplanmaları istenir. Evini terk etmek
istemeyenler zorla götürülür. Direnenler, dipçik darbeleriyle hemen oracıkta
öldürülür. Sağ kalan Kırım Türkleri hayvan taşınmasında kullanılan tren
vagonlarına, istif eder gibi yerleştirildiler. İki ay süren bu zor yolculukta
çok sayıda insan ölmüştür. Ölüm sebebi susuzluk, hastalık, açlık, havasızlık ve
pislikti. İlk göç ettirilenler eşler, çocuklar ve yaşlı insanlardı; erkekler
savaşa devam ettikleri için onlar daha sonra göce tabi tutulmuşlardır.
Dayanamayıp yolda can verenlerin
gömülmesine bile izin yoktu, cesetlerini dışarı çıkartamazlar yaşayanların
arasında çürürdü, ancak kısa molalarda demiryolu hattı üzerine bırakırlardı.
İnsanlar havasızlıktan boğuluyor, birçokları da akıllarını kaybediyordu.
Kırım Türkleri Ural, Sibirya,
Kazakistan, Özbekistan, Orta Asya'nın binlerce kilometre içlerine
naklediliyorlardı.Sürgün işlemleri tamamlanınca hayatta kalmayı başarabilenler
ulaştıkları yerlerdeki kötü şartlar altındaki hayata dayanamadılar. Açlık,
sıtma, verem ve diğer hastalıklar sebebiyle ilk altı ay içerisinde de yarısı
ölür, kalanların ise bulundukları yerleşim alanının dışına çıkmaları yasaktır.
İzinsiz çıkanların cezası yirmi beş yıl mahkûmiyetti. Eğitim görmeleri
engelleniyor, kültürlerini korumalarına izin verilmiyordu. Kırım şivesiyle
konuşanlar, şarkı-türkü söyleyenler cezalandırılıyordu. Adeta açık hava
hapishanesi şartlarında yaşamaya mahkûm edilmişlerdi.
Bütün Türkleri ayrı ayrı yerlere
sürerek aralarındaki iletişimi koparıp direnişi kırıp parçalamaya
amaçlamışlardı ama 1956 yılına kadar bu zor koşullar altında yaşamlarını
sürdürerek, ülkenin ahalisi içinde erimeyerek milli benliklerini korumayı
bilmişlerdir.
Büyük sürgünün ardından Kırım'ın
Arabat bölgesinde bir köyde, 150 civarında Türk'ün unutulduğu anlaşılmış ve
Stalin "Bunların işini 24 saat içerisinde bitirin !" talimatı
vermiştir. Emir yerine getirildi: Bebek, ihtiyar ve genç... Köy halkı, küçücük
bir tekneye dolduruldu. Tekne, kıyıdan bir kaç mil açılınca batırıldı. Karadeniz'in
hırçın dalgaları soydaşlarımıza mezar olmuştu.
Kırımlıların dışında aynı akıbete
uğrayan diğer milletler şöyledir, Kalmuk, Çeçen-İnguş, Volga-Germen,
Kabartay-Balkar ve Karaçaylılar da sürgüne tabi tutulmuşlardır.
Sovyet Hükümetleri tarafından
Kırım Türkleri ve diğer halkların halen bulundukları yerler, ısrarla gizli
tutulmaktadır ve dünya kamuoyundan da büyük bir maharetle de yıllarca
gizlenmiştir.
5 Eylül 1967 tarihli kararname
ile Kırım Türklerinin itibarının iade edilmesine karar verildi. Bundan cesaret
alan Kırım Türkleri, kitleler halinde vatana döndüler ama bunun aldatmaca
olduğunu ve yerleşme izinlerinin olmadığını, görünce tekrar geri dönmek zorunda
kaldılar.
Kırım Türklerinin millî
mücadelesi, kitle hareketine dönüşmüştü. Miting ve protesto toplantıları
düzenlendi. Toplantılara katılanlar ağır şekilde cezalandırıldı. Kırım
Türkleri'nin efsaneleşen lideri Abdülcemil Mustafa Kırımoğlu hapse mahkûm
edildi. Moskova gösterilerinden sonra, SSCB yönetimi, Kırım Türklerinin haksız
yere suçladıklarını yıllar sonra anladı.
Ama Sovyet hükümetinin Kırım
Türklerini vatanlarından uzak tutmak için gösterdikleri gayretlerin hepsi boşa
çıkmıştı, Onlara sunulan "yeni vatan" seçeneği kabul görmemiş
anavatanlarına dönme kararlılığından asla taviz vermemişlerdi.
1990 yılının Temmuz ayında VATANA
DÖNÜŞ'E izin çıktı. Kırım Türklerinden bir grup, 2-3 ay süren çileli
yolculuktan sonra ata yurduna dönmüşlerdir, 15 dakikada terk ettikleri evlerine
Ruslar yerleştirilmişti, hükümet de ev ve toprak vermediği için birçoğu vatana
döndükten sonra aylarca naylondan yapılmış çadırlarda yaşadılar. İmkânı olanlar
kendi evlerini kendileri inşa ettiler.
Sürgünden dönenlerin sayısı
260.000 civarındadır. Daha bir o kadarı dönüş izni bekliyor ve imkân arıyorlar.
Kırım Türkleri; büyük önderleri Gaspıralı İsmail Bey'in söylemi ile: " Dilde, fikirde ve işte birlik "
sağlayabilirlerse, arzuladıkları çözüme ulaşabilirlerdi.
Tarihte olduğu gibi ve halende
esas katliamlara hep Türkler maruz kalmıştır, fakat tarih bilmez aklı evveller
birilerine yaranmak için bunları görememekte. Kırım da, Balkanlar da, Kafkaslar
da, Azerbaycan da, Irak da, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde yaşanan katliamlar,
Bugün Kerkük’de, Musul’da Türkmen kardeşlerimize yapılan soykırımın hangi
çeşidine giriyor acaba diye sormak gerekir. Bu soykırımları bu vahşetleri her
an hatırlamamız ve hatırlatmamız gerekir. Neden mi sadece tarihi ve insani bir
borç olarak değil, uluslar arası arenada başvurabileceğimiz karşı koz olarak
önemlidir.
Sen kendi gücünü kendine karşı
değil de dünyanın önde gelen gerçek soykırımcılarına karşı kullanabilmeyi
başardığın takdirde ülkeyi ileriye taşıyabilirsin.Dik durmayı bilmezsen, bağımsızlığını
koruyamazsan, kendini kullandırırsın emperyalizm ister doğudan, ister
batıdan gelsin, nereden gelirse gelsin hep aynıdır. Peki, bunun için ne yapmak
gerek; Titreyip kendine gelmen gerek.”
.........
SÜRGÜNDEKİ
KARADENİZLİ
TÜRKLERDE
GELMEK İSTİYOR
Kırım Tatar Türkleri, Ahıska Türkleri gibi, Karadenizli Türklerde
komünist Sovyetler Birliği tarafından Ortaasya’ya sürülmüşlerdi. Gürcistan’ın
Batum bölgesinde yaşarlarken Orta Asya’ya sürülen Karadenizli Türkler
şimdi Türkiye’ye dönmek istiyorlar.
Kırgızistan’ın güneyindeki Oş eyaletine bağlı Nokat ilçesinin Kok-Jar köyünde 1944 yılından beri sürgündeki Türklerin sayıları 1527. Sürgüne dört yaşındayken giden Şaize Kamiloğlu:
Kırgızistan’ın güneyindeki Oş eyaletine bağlı Nokat ilçesinin Kok-Jar köyünde 1944 yılından beri sürgündeki Türklerin sayıları 1527. Sürgüne dört yaşındayken giden Şaize Kamiloğlu:
“Anne ve babamın kökeni
Trabzon Sürmene köyü idi. Türkiye’ye gitmek istiyoruz. Vatanımıza kavuşmak
istiyoruz. Biz de Türkiye’nin adamıyız. Yabani değiliz. Türkiye devleti bize
destek olsun.” diyor.
Sürgündeki Ahıska TürklerideTürkiye’ye gelip Doğu ve Güneydoğu bölgesine
yerleşip hayvancılık ve tarımla uğraşmak
istiyorlar.
…………………….. * …………………………
TÜRK-MACAR AKRABALIĞI
Yazan: Prof.Dr. Tibor HALACI-KUN
Çeviren: Erdal ÇOBAN
Ondokuzuncu yüzyıl dil bilimcilerinin tespit
ettiklerine göre, Macarca hiçbir şüpheye yer vermeyecek şekilde bir Fin-Ugor
dilidir. Buna rağmen yurt tutan Macarların1 karakteristik
özellikleri, toplumsal yapıları, kültürleri ve gelenekleri her bakımdan bir
Türk kavminin özelliklerini göstermektedir. Bu gerçeği, dil bilimcilerin
yaklaşık iki yüzyıl boyunca yaptıkları gibi, Macarları Türklerle birlikteliğin
doğurduğu sıkı bağların, göçebe ve yarı göçebe Türk dünyasına bağladığı
şeklindeki bir açıklamayla çözümlemek mümkün değildir. Bir Fin-Ugor dili
konuşan, bunun yanı sıra Türk geleneklerini muhafaza edip geliştiren Onuncu
yüzyıl Macarlarının çok sayıda kavimden oluştuğunu söylemekle Andrâs
Rona-Tas’ın kısa bir süre önce açık bir biçimde ortaya koyduğu bu belirgin
ikiliğin bugünkü çözümü üzerinde işte bu yüzden durmak istiyorum.
……..
Türk-Macar İkiliği…
Macarların Fin-Ugor kökenli olduğu düşüncesi ortaya
çıkmazdan önce, Macar tarih bilinci, halkının Türk kökenli olduğu varsayımına
gururla sahip çıkmıştı. Dil ve onu konuşanlar arasında var olan açık ikiliği
bertaraf etmek suretiyle, Fin-Ugoristler Macar-Türk ilişkilerinin incelenmesini
Macar dilindeki alıntı kelimelerin araştırılması gibi dar bir çerçeveye
indirgemeyi başarmışlardır. İki grubun dil ilişkilerinin kronolojik
sıralamasını tesbit etmekle büyük bir erdeme sahip olmuşlardır, ancak
Macar-Türk akrabalık sorununa dair sadece kısmî bilgiler vermişlerdir, tabiî
gerçekten verebilmişlerse. Göçebe dil biliminin oldukça az öneme sahip bir konu
olarak görülmesi de durumu değiştirmemiştir. Bunu bilim, sadece ihmal etmekle
kalmamış, bazı dilciler tamamen lüzumsuz diye de nitelemişlerdir.
Ancak son yıllarda, bu Fin-Ugor sayma gayretkeşliği,
Macarların mazisine ilişkin olarak daha dengeli bir görüşe izin vererek yavaş
yavaş azalmıştır. Dil bilim verilerini, ilgili başka bilim dallarının (tarih
bilimi, arkeoloji, antropoloji, coğrafya vb.) bilgileriyle tamamlama
girişimleri olmuştur ve olmaktadır. Bütün bunlar özellikle, devlet ve
imparatorluğun kuruluşunda dilin sadece ikinci derecede rol oynadığı göçebe
toplumlarda, dil bilim verilerinin kendi başlarına ancak sınırlı açıklamalar
getirebileceği şeklindeki kademeli görüşün bir uzantısıdır. Diğer yandan da,
geniş kaynak malzemesinden elde edilen bilgilerin eklektik, dengesiz
kullanımının aynı şekilde bizi tam olmayan, hatta yersiz olan sonuçlara da
götürebileceğini unutmamak gerekir.
Macarlar, Karpat havzasına vardıklarında, esasen gevşek,
göçebe bir kavim birliği oluşturmuşlardı ve haklı olarak, iki dilli diye
düşünebileceğimiz bir Macar-Türk boy ittifakını meydana getirmişlerdi.
İkilik sorununun sistematik açıklığa kavuşması için
ilk olarak Macarların kendilerini nasıl gördüklerini, geçmişlerinin bazı
evrelerine ve genelde tarihlerine, özellikle de Fin-Ugor dili ve Türk
hususiyeti ikiliğine nasıl baktıklarını incelemek gerekir. Bununla ilgili
birkaç önemli nokta şunlardır:
Efsane ve destanlarına göre erken devir Macarları
kendilerini Türk kökenli saymışlardır.
Göçleri sırasında çağdaşları onları Türk saymışlar,
onları Türk diye zikretmişlerdir.
Hatta, Karpat havzasına yerleştikten sonra bile, Papa
Silvester tarafından kendisine gönderilen tacın yazıtı,
genç kral I. Istvân’ı Türklerin kralı (Rex Turcicae) olarak zikretmiştir.
Son olarak, Ondokuzuncu yüzyılda dil bilim
kriterlerine dayanarak Macarları Fin-Ugor kavimleri arasında sıralamalarına
rağmen, halkta -sık sık belki bilinç altında- Türk kökenli olmanın derin köklü
düşüncesi hâlâ yaşamaktadır.
Gerçekten de, uygulamadaki mukayesenin de gösterdiği
gibi, bugün de tipik Macar diye nitelenen pek çok hususiyete açıkça Türk
denilebilir. Bu ikiliği, Türk kültürüne olan adaptasyonun yarattığını ispat
için çok çaba harcanmasına rağmen, kökten gelen Macar özelliklerinin Türk
hususiyetlerini açıkça gerekçeleriyle ortaya koymak için bu açıklama pek
yeterli değildir. Eğer önceki devirlerdeki fikirlere göre Macar yönetici
sınıfının kendisi hakkında oluşan tasvirinin tamamen Attila’ya ve Hunlara
dayandığını (Rona-Tas), hatta tarihî dokümanların da, bir özelliği ve dış
görünüşü bakımından, gelenekleri ve politik ilişkileri açısından bir Türk
kavmine atıfta bulunduğunu da bunlara eklersek, Macar kavminin ikiliği
konusunda başka araştırmalara ihtiyaç olduğu ortaya çıkar.
……..
Hunlar, Hazarlar, Peçenekler…
Bir milletin kimliğini en iyi biçimde efsanelerinin
yansıttığı şeklindeki varsayım doğrudur. Hunların Macar destanlarında nasıl
büyük bir rol oynadıkları dikkate değerdir. Efsanelerin geyiğini kovalayarak
-ki bu göçebe folklorunda ortak bir hususiyettir.- Maeotis bölgesine varan ve
Alan kralı Dul’un çayırda dans eden kızlarıyla karşılaşan Hunor ve Magor
kardeşler (Macarlar Karpat havzasına geldikleri sırada
kendilerini magyar diye adlandırıyorlardı), buna öncelikle göstereceğimiz türden
bir örnektir. Avcılar kızları kaçırırlar ve evlenirler. Bu âdet göçebe
dünyasında hergün görülebilecek bir olaydır ve -daha sonra göreceğimiz gibi-
büyük çapta kültürel asimilasyon süreçlerine sık sık temel taşı teşkil eder.
Her ne kadar Türklerle birlikte yaşamak, Macarların ikili özelliğinin
oluşumunda yeniden başlıca faktör olarak görülüyorsa da, efsanelerde birlikte
yaşama değil kardeşlik, bundan ayrı bir faktördür. Bundan başka Macarlarda
önemli bir yeri olan Attila kültü (mesela Attila’nın kılıcı) ve Sekellerin,
Attila’nın en küçük ve gözde oğlu prens Csaba’nın geri dönüşüne bağladıkları
meşin inancı, kardeşliğin kesin inancını güçlendirmektedir. Attila’dan bahseden
sayısız Macar tarihinde en belli başlıcaları bunlar sayılmaktadır. Attila adı
çok yaygındır ve pek fazla Macarca ad olarak sayılmasa bile, bugün de tipik
Macar isimlerinden biridir. Macarları Hunlarla akraba sayan önceki devirlere
ait bilinçle ilgili olarak, Hunlarla aynı Türk çıkar çevresine dahil olan
birkaç Macar kabilenin veya onun kalıntısının göçebe âleminde sık sık meydana
geldiği gibi, batıya doğru hareket eden kardeşleriyle beraber Karpat havzasına
sürüklendikleri düşünülemez mi?
Macar tarihi literatürünün yeni bir eğilimi Macarların
Karpat havzasına ilk varışını Avarlara bağlamaktadır. Hunlardan bahseden
efsanelerin zenginliğine karşın, Avarlar Macar efsanelerinde yer almazlar.
Bunun yerine, araştırmalar, ünlü Nagyszentmiklos hâzinesini ve tartışması çok
yapılan Szarvas iğnedenliğini eksik halkaları tamamlayacak unsur olarak görmektedir.
Bununla beraber şu da söz konusudur: 568 yılında Avrupa’da ortaya çıkan Avarlar
(Czegledy’e göre Uarhun veya Juan-juanlar) Karpat havzasında Gepidleri yenerek
verimli, su ve maden bakımından, özellikle altın açısından zengin toprağı
yüzünden, doğudan batıya göç eden nomad kavim birliklerinin çok defa
arzuladıkları ve Karpat dağ silsilesiyle doğu tarafından iyi korunmuş olan,
batı ve güney yönüne doğru göçebe yağmacı akınları için uygun açık bir saha
sunan arazide ikinci Türk imparatorluğunu kurmuşlardır. Beş yıllık bir
mücadeleden sonra (791-796) Büyük Kari Avarları yenilgiye uğrattığında, o
devirde bilinen dünya altın rezervinin üçte ikisinin onların elinde olması
bunun en çarpıcı örneğidir. Bu altını Franklar tekrar ekonomi piyasasına
sürdüklerinde Avar altını önemli bir değer kaybetmiştir.
Macarların Volga ve Hazar Denizi arasındaki sahada
sıkı ve uzun (üç yüzyıldan daha fazla) ilişkide bulundukları yeni Türk grubu
Hazarlardır. Macarların Hazarlardan sadece oyma yazısını değil, ikili krallık
sistemi gibi, başka müesseseleri de aldıkları anlaşılıyor. Macarları en
derinden etkileyen Türk kavminin Hazarlar olduğunu haklı olarak iddia
edebiliriz. Hazar İmparatorluğu’ndan ayrıldıkları sırada bile, Kabarlar, yani
“başkaldıranlar” diye adlandırılan 3 Hazar boyunun Macarlarla birlikte batıya
doğru gitmesi bunu çok iyi göstermektedir. Bunlar zamanla tamamen asimile
olmuşlarsa da, boy adları Abâd, Borsod ve Miskolc yer adlarında bugün hâlâ
görülmektedir. Genel olarak kabul edilmekte olan görüşe göre Hazarların (veya
hiç olmazsa yönetici tabakasının) Musevî dinine mensup olmalarına rağmen, çok
sayıda “yahudi” veya onu karşılayan birleşik yer adlarının bulunduğu Türk
tahrir defterlerini saymazsak, kaynaklarda Macarların Yahudi olduklarına dair
hiç bir atıfın bulunmaması ilginçtir.
Macarların 3 Bulgar-Türk konfederasyonuyla olan
ilişkilerine dair az şey biliyoruz. Bunların toprakları Macarların göçü
esnasında Volga boyunda, Karadeniz civarında ve Tuna’nın aşağı akış mecrasında
uzanmaktaydı. Bütün bunların yanı sıra Alan kralı Dula’nın kızlarının Macar
efsanelerine girdiği gibi, Kral Belar’ın kızları da Macar destanlarına
girmiştir.
Macarların batıya doğru göçlerinde Peçenekler hayatî
bir rol oynamışlardır. Macarlar, Peçeneklerle süregelen çekişmeleri yüzünden
Etelköz’ü terketmeye ve batıya, Karpat havzasına doğru yol almak zorunda
kalmışlardır. Binli yıllara gelmeden önce aralarında Peçeneklerin de bulunduğu
ve bu sahaya yerleşmek isteyen bütün etnik grupların başına gelen yok olma
tehlikesinden Macarları bu kurtarmıştır.
Macarlara katılan bir sonraki Türk grubu, Tatar Hanı
Batu’nun hızla ilerleyen orduları önünden kaçarak kurtuluşu Macarlarda arayan
ve onları kabul eden toplumda (özellikle yönetici tabakada ve onların
siyasetinde) gerçek göçebe tarzında kalıcı bir iz bırakmış olan ve daha
Onüçüncü yüzyılda Karpat havzasına yerleşen Kumanlardır. Nitekim bu etki,
Macarlarda bin yıldan beri süregelen Türk kökenli olduklarına dair inancı canlı
tutmaya ve güçlendirmeye yardım etmiştir.
Macar tarihinde büyük bir rol oynayan yeni Türk kavmi
Osmanlı Türkleriydi. Osmanlılarla olan münasebet, Balkan iktidarını ele
geçirmek üzere yapılan şiddetli savaşlarla Balkanlarda başlamış, sonra
Macaristan’daki 150 yıllık Osmanlı hakimiyetiyle zirveye ulaşmıştır. Buna
rağmen kardeşlik duygusu Türkler ve Macarlar arasında bugün de yaşamaktadır.
İlginçtir ki dostane “Macar kardeş” hitabının sadece yakındaki Türk
diyarlarında değil, ziyarete giden Macarların ifade ettiklerine göre, ta
uzaklarda Orta Asya’da oturan Türk kardeşler tarafından da söylenmesi,
Macarlarda candan kabul edildiklerine dair güzel bir duygu uyandırmaktadır.
Bununla birlikte Macar bilginleri arasında, Türk mirası ve Macarların bu mirasa
olan ilişkisine karşı ilgi giderek artmaktadır.
Dil Değişimi…
Efsaneler ve duyguların ve bunların bilimsel ışığı
altında şu sorular ortaya çıkmaktadır: Göç eden Türk kavimleri Fin-Ugor asıllı
etnik grupları mağlup etmişler ve nihayet onların dilini mi almışlar, (zira bu
özel bir olgu değildir ve göçebe toplumlarda kolay açıklanabilir bir durumdur)
yoksa aslen Fin-Ugor olan bir kavim Türklerin de yerleşmesiyle genişlemiş
midir? Birinci şıkta, Macarcada bulunan Türkçe unsurları dil bakiyesi olarak
saymamız, ikinci şıkta ise, dilin ödünç verildiğini veya alındığını varsaymamız
gerekir. Bugün artık gündemde olan iki teori arasından, yukarıda tespit edilen
ve dil ve onu konuşan insanların ikiliği konusundaki zıtlığa hangisinin uygun
cevap verebileceği sorusudur.
Bence, geniş bir yaklaşım, Ortaçağ Avrasyasına ait
tarihî verilerin karşılaştırmalı incelenmesi bizi cevaba daha da
yaklaştırabilir. Diğer bir deyişle, İslam kaynaklarının mukayesesi, yurt
tutuştan önceki Macarlara ve onların göçebe ve yarı göçebe âleminde yaşayan
çağdaşlarına dair kaynaklarla mukayesesi, bu ikilik sorunuyla ilgili olarak
bizi başka, ilginç bir sonuca götürebilir. Cevap muhtemelen dil değişiminde
yoğunlaşan kültür alımında yatmaktadır ve bu husus, göçebe toplumlarda ve
bilhassa yurt tutuş ve devlet teşkili evresinde o sırada güçlü kabile
gruplarının bulunduğu İç Asya’da ender olmayan bir özelliktir. Kavim ne denli
güçlüyse, o kadar çok fetihlere girişir ve bu yüzden de dil ve kültür alımına o
kadar eğilimlidir. Moğolların Onüçüncü yüzyılda yaptıkları dil değişimi, İslâm
kaynaklarında pek çok defa kaydedilen bu sürece en iyi örnektir.
Reşîdü’d-dîn’in Tarih Mübarek el-Gâzânî adlı
çalışmasına dayanarak A.P.Martinez’in “Notlarının “İlhanlıların Ordusu
Hakkında” isimli makalesinin bununla ilgili paragrafı, bu süreçle ilgili olarak
aşağıdaki açıklamayı getirmektedir. Göçebe ekonomisinin temelini harp
oluşturduğundan, fetihi, Moğol ordularına mal-mülk ve çok sayıda köleden oluşan
zenginliği aynı anda sağlayan çapul, bunda oldukça önemli rol oynuyordu.
Seferler ise, bilhassa savaşçılar arasında büyük kan kaybına da neden oluyordu.
Bu şartlar altında insanın yeniden çoğalması başka herhangi bir göçebe savaşçı
toplumun ayakta kalması açısından ne kadar önemliyse, aynı derecede Moğollar
açısından da önemliydi. Etnik olarak saf Moğol kadınlar için uygun başlık
parası vermek imkânı olmayan bilhassa alt sınıftaki savaşçıların Moğol olmayan
cariyeleri niçin memnuniyetle aldıklarını ve bu tür beraber yaşamadan doğan
nesilleri tamamen her bakımdan aynı haklara sahip olarak savaşçı toplumlarına
entegre edişlerini bu açıklamaktadır. Savaşçı bir kültürde, işgalci ordular
durumunda da aynı bu toplumsal tutumun görülmesi tamamen doğaldır. Şu halde,
nispeten barışla geçen dönemlerde müstakbel savaşçılar ve müstakbel annelerin
çocuk yapması ilk sırada öneme haizdi. Bilhassa erlerin durumunda, ev
idaresinde bulunan köle kadınlar arasında cariye ve eşler sürekli güvence
altında bulunduğundan ve kanunî eş ile cariyenin çocuğu arasında ayrım
yapılmadığından, işgalci ordu zamanında savaş kayıpları azaldığından nüfus
artış oranı doğal olarak büyük ölçüde artmıştır. Ancak fetihçi nesil Moğol,
veya en azından Altaylı oryantasyonu temsil ederken, işgalci nesli Yakın Doğulu
eşler ve cariyeler doğurup yetiştiriyorlardı, bu yüzden Yakın Doğulu, yani Türk
norm ve değerleri gittikçe daha büyüyor yani bir oryantasyona doğru gidiliyordu.
Her ebeveyn çocuğuna başka bir kültürel miras bıraktığından, ilk nesil kültürel
bakımdan periferik olsun, ya da olmasın oran ikinci nesilde değişti ve doğulu
unsurlar çok daha fazla arttı. Böylece iki-üç nesil geçmeden fetihçi Moğollar,
dillerinin tümünü ve kültürel oryantasyonlarını yendikleri kavimlerinkiyle
birlikte değiştirebildiler, değiştirdiler de ve Ondördüncü yüzyıla gelindiğinde
İç Asya göçebe dünyasının tamamen Türkleşmiş (fakat Moğol asıllı kalmak
kaydıyla) bir unsuru haline geldiler.
Aynı bu durum Macarlar için de geçerlidir. Benim
kanaatime göre öyleyse:
Dil ve ulusal geçmiş bilinci ikiliği Macarlarda dil
değişiminin bir sonucudur.
Bu tür bir değişimin olabilmesi için Macarlar en uygun
zamanda ve yerdeydiler.
Step göçebe ekonomisinin temeli akınlar ve arazi
fetihleri üzerine kurulmuştur.
Step göçebesi olarak Macarlar, savaşçı bir toplumda ve
ataerkil geleneklerle, fakat anaerkil dil etkisiyle çok kadınlı evliliğin hâkim
olduğu bir toplum içinde yaşamışlardır.
Erkekler sık sık uzaklarda olduklarından, kadınlar
mevcut geleneklerin taşıyıcısı durumuna gelmişler ve bu sırada kendi dillerini
de onları bağrına basan topluma öğretmişlerdir.
Zıt bir etki ortaya çıkmadığı takdirde, kültür alım
süreci, dil değişimi de dahil olmak üzere, 2-3 nesil içinde tamamlanabilir. Bu
sonuncusu, yani dil değişimi Macarların Türk özelliği ve Fin-Ugor dili
arasındaki mevcut zıtlığı en iyi biçimde açıklamaktadır.
…………………………………………
Prof.Dr. T.
Haalacı-Kun
19 Ocak 1914 Avusturya-Macaristan doğumlu Macar Türkolog’u. 1943-1948
yıllan arasında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Hungaroloji
Enstitüsü başkanı olmuştur. 1952’de A.B.D. Columbia Üniversitesi Yakın Doğu Dil ve
Kültürleri Bölümü başkanlığına getirilmiştir. Halen A.B.D.’de yaşamakta, ayrıca
Archivum Ottomanicum dergisini yayınlamaktadır. Türk Dil Kurumu şeref üyesidir.
……………………..
* …………………………
Yorumlar
Yorum Gönder